Eğitim Sitesi

Mehmet Akif Şiiri

Mehmet Akif Şiiri | Havvanur özdemir

Akif denince ilk akla
Mehmet Akif gelir
çünkü o yürekli birisidir
o bizim istiklal marşımızın şairidir
O sadece şair değil o bir vatanseverdir

Her milletin bir marşı vardır
ama bizimki bambaşkadır
çünkü o istiklal Marşıdır
o bizim Türkiye'nin marşıdır
O Akif'in marşıdır

add

Mehmet Akif eğitici şiirler çocuk şiirleri okul öğrenci şiirleri Havvanur özdemir

Mehmet Akif Şiiri Hakkında Yorum Yazın...
  

Mehmet Akif Şiiri Hakkında Yorumlar

Henüz Yorum Yazılmamış.
İlk Yorumu Siz Yazabilirsiniz.

Benzer İstiklal Marşı ve Mehmet Akif ERSOY Şiirleri

İstiklal Marşı Şiiri

Şehitlerin al kanıyla
Yazıldı İstiklal Marşı
Ülkeye bağımsızlığı
Getirdi İstiklal Marşı

Atamızın isteğiyle
Halkımızın desteğiyle
Akif'in sözleriyle
Yazıldı İstiklal Marşı

Fahreddin ASLAN

Mehmet Akif Ve Gençlik Şiiri

O bir vatan şairi o bir hak adamıdır,
Akif bir coğrafyanın canlı yaşayanıdır…

Gerek fikirleriyle gerek yaşayışıyla,
Acıdan ders almayı bize aktarmasıyla…

Akif, bir tarz biçimi asil gençliğimize,
Ruh dolu özümüze ta yüreklerimize…

Bize der, Asım nesli; imanlı, düşünceli,
Kuvvetli bedeniyle, ruhuyla güçlenmeli…

Bize der, Asım nesli; kıskançlıkta ve hırsta,
Nefsine gem vurmuştur cehalette, yanlışta…

Bize der, Asım nesli; ahlaklı, faziletli,
Hakk’a karşı duyarlı cesur düşünceli…

Bize der, Asım nesli; ilim, bilim sahibi,
Sabırla ve inançla hakikat bilir Rabbi…

Bize der, Asım nesli; vatanı koruyacak,
Keskin zekâsıyla Türk ruhunu yaşatacak…

Mehmet Tevfik TEMİZTÜRK

Mehmet Tevfik TEMİZTÜRK

Seyfi Baba Şiiri

Geçen akşam eve geldim. Dediler:
- Seyfi Baba
Hastalanmış, yatıyormuş.
- Nesi varmış acaba?
- Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah.
- Keşki ben evde olaydım... Esef ettim, vah vah!
Bir fener yok mu, verin... Nerde sopam? Kız çabuk ol!
Gecikirsem kalırım beklemeyin... Zîrâ yol
Hem uzun, hem de bataktır...
- Daha a'lâ, kalınız
Teyzeniz geldi, bu akşam, değiliz biz yalınız.
Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde;
Boşanan yağmur iliklerde, çamur tâ belde.
Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak;
'Gel! ' diyen taşları kurtarmasa, insan batacak.
Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine,
Boğuyordum! müteveffâyı bütün âferine.
Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek,
Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!
Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim,
Çifte sandal, yüzüyorduk, o yüzer, ben yüzerim!
Çok mu yüzdük bilemem, toprağı bulduk neyse;
Fenerim başladı etrâfını tektük hisse.
Vâkıâ ben de yoruldum, o fakat pek yorgun...
Bakıyordum daha mahmurluğu üstünde onun:
Kâh olur, kör gibi çarpar sıvasız bir duvara;
Kâh olur, mürde şuâ'âtı düşer bir mezara;
Kâh bir sakfı çökük hânenin altında koşar;
Kâh bir ma'bed-i fersûdenin üstünden aşar;
Vakt olur pek sapa yerlerde, bakarsın, dolaşır;
Sonra en korkulu eşhâsa çekinmez, sataşır;
Gecenin sütre-i yeldâsını çekmiş, uryan,
Sokulup bir saçağın altına gûyâ uyuyan
Hânüman yoksulu binlerce sefilân-ı beşer;
Sesi dinmiş yuvalar, hâke serilmiş evler;
Kocasından boşanan bir sürü bîçâre karı;
O kopan râbıtanın, darmadağın yavruları;
Zulmetin, yer yer, içinden kabaran mezbeleler:
Evi sırtında, sokaklarda gezen âileler!
Gece rehzen, sabah olmaz mı bakarsın, sâil!
Serserî, derbeder, âvâre, harâmî, kaatil...
Böyle kaç manzara gördüyse bizim kör kandil
Bana göstermeli bir kerre... Niçin? Belli değil!
Ya o bîçâre de râhmet suyu nûş eyliyerek,
Hatm-i enfâs edivermez mi hemen 'cız! ' diyerek?
O zaman sâmi'anın, lâmisenin sevkıyle
Yürüyen körlere döndüm, o ne dehşetti hele!
Sopam artık bana hem göz, hem ayak, hem eldi...
Ne yalan söyliyeyim kalbime haşyet geldi.
Hele yâ Rabbi şükür, karşıdan üç tâne fener
Geçiyor... Sapmıyarak doğru yürürlerse eğer,
Giderim arkalarından... Yolu buldum zâten.
Yolu buldum, diyorum, gelmiş iken hâlâ ben!
İşte karşımda bizim yâr-ı kadîmin yurdu.
Bakalım var mı ışık? Yoksa muhakkak uyudu.
Kapının orta yerinden ucu değnekli bir ip
Sarkıtılmış olacak, bir onu bulsam da çekip
Açıversem... İyi amma kapı zâten aralık...
Gâlibâ bir çıkan olmuş... Neme lâzım, artık
Girerim ben diyerek kendimi attım içeri,
Ayağımdan çıkarıp lâstiği geçtim ileri.
Sağa döndüm, azıcık gitmeden üç beş basamak
Merdiven geldi ki zorcaydı biraz tırmanmak!
Sola döndüm, odanın eski şayak perdesini,
Aralarken kulağım duydu fakîrin sesini:
- Nerde kaldın? Beni hiç yoklamadın evlâdım!
Haklısın, bende kabâhat ki haber yollamadım.
Bilirim çoktur işin, sonra bizim yol pek uzun...
Hele dinlen azıcık anlaşılan yorgunsun.
Bereket versin ateş koydu demin komşu kadın...
Üşüyorsan eşiver mangalı, eş eş de ısın.
Odanın loşluğu kasvet veriyor pek, baktım
Şu fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım.
Hele son kibriti tuttum da yakından yüzüne,
Sürme çekmiş gibi nûr indi mumun kör gözüne!
O zaman nîm açılıp perde-i zulmet, nâgâh,
Gördü bir sahne-i üryân-ı sefâlet ki nigâh,
Şâir olsam yine tasvîri otur bence muhâl:
O perîşanlığı derpîş edemez çünkü hayâl!
Çekerek dizlerinin üstüne bir eski aba,
Sürünüp mangala yaklaştı bizim Seyfı Baba.
- Ihlamur verdi demin komşu... Bulaydık, şunu, bir...
- Sen otur, ben ararım...
- Olsa içerdik, iyidir...
Aha buldum, aramak istemez oğlum, gitme...
Ben de bir karnı geniş cezve geçirdim elime,
Başladım kaynatarak vemeye fincan fincan,
Azıcık geldi bizim ihtiyarın benzine kan.
- Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın?
Nezle oldun sanırım, çünkü bu kış pek salgın.
- Mehmed Ağ'nın evi akmış. Onu aktarmak için
Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.
Ne işin var kiremitlerde a sersem desene!
İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene.
Hadi aktamıyayım... Kim getirir ekmeğimi?
Oturup kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi?
Kim kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası:
Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!
Yoksa yetmiş beşi geçmiş bir adam iç yapamaz;
Ona ancak yapacak: Beş vakit abdestle namaz.
Hastalandım, bakacak kimseciğim yok; Osman
Gece gündüz koşuyor iş diye, bilmem ne zaman
Eli ekmek tutacak? İşte saat belki de üç
Görüyorsun daha gelmez... Yalınızlık pek güç.
Ba'zı bir hafta geçer, uğrayan olmaz yanıma;
Kimsesizlik bu sefer tak dedi artık canıma!
- Seni bir terleteyim sımsıkı örtüp bu gece!
Açılırsın, sanırım, terlemiş olsan iyice.
İhtiyar terliyedursun gömülüp yorganına...
Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına,
Başladım uyku teharrîsine, lâkin ne gezer!
Sızmışım bir aralık neyse yorulmuş da meğer.
Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,
Önce amma şu fakîr âdemi memnûn edeyim.
Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;
Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde!
O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:
Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!


Mehmet Akif Ersoy

betül & bilge

Mehmet Akif Ersoy 2 Şiiri

1873 Aralık,
İstanbul’un Fatih ilçesinde,
Karagümrük semtinin Sarıgüzel Mahallesi’nde,
Küçük bir köşk içinde,
Ragıyf isminde bir çocuk dünyaya gelmişti…

Annesi Buharalı Emine Şerif Hanım,
Babası Kosova’nın İpek şehrinden,
Fatih Camii medrese hocalarından,
Mehmet Tahir Efendidir…

Bu çocuk Mehmet Akif olacak,
Bağımsızlık marşını yazacak Dünya’ya seslenecekti,
Marşımızla tanınacak ve evrenselleşecekti…

Henüz yaşı dört iken,
Fark atmak için emsallerine,
Başlamıştı tahsil hayatı için,
Fatih Emir Buhari Mahalle Mektebine…

İki yıl sonra, İptidai Mektebi’ne katılmış,
Ardından da Fatih Merkez Rüştiyesi’ ne geçmişti,
Okullarında ki üstün başarılarının yanı sıra,
Ek derslerle de bütünleşiyor,
Hocalarından takviye dersler alıyordu…

Farsça dersleriyle ilgileniyor,
Babasından Arapça öğreniyor,
İlerisi için dil eğitimlerine zemin hazırlıyor,
Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca ağırlıklı,
Dersleriyle yakıdan ilgileniyordu…

İleride ki tercüme eserleri ile
Fikir hayatında tanınacak ve sevilecekti,
Bu hususta, babasından aldığı,
Sürekli dersleri kalıcı hâle getiriyor,
Anladıklarını tekrarlıyor ve aklında tutuyordu…

Bir yandan Kur’an’ı Kerim’i ezberliyor,
Esat Efendi’den de yararlanıyor,
Mesnevi’yi, Hafız Divanı’nı, Gülistan’ı,
Özel hocalarından öğreniyordu...

Akif ‘in boş zamanı olmayacaktı,
Kendisini daima ileriye yetiştirecek,
Âlimlerin desteğini alıp fazlasıyla okuyacak,
Kendisini daima en üstlerde eğitecek…

Rüştiye’yi okul birinciliğiyle yeni bitirmişken,
Tüm dikkatleri üzerinde toplamıştı,
Mekteb-i Mülkiye başlamış,
Yine ilerilere atılmıştı…

Babasının vefatının üzerine,
Fatih yangınında evlerinin de yanmasıyla,
Mülkiye İdadisinin üst bölümünü, yarım bırakmış,
Baş başa kalmıştı sıkıntılı yaşamla…

Artık ne evde danışabileceği muhterem babası,
Ne de bulabileceği bir çaresi kalacaktı,
Babası onun rehberiydi, hocasıydı,
Onu daima takip ediyordu,
O ise babasıyla hâlâ gurur duyuyordu,
Şimdi kimle konuşacak kime yaslanacaktı?

Üstelik maddi bakımdan da durumları zordu,
Babasının sadık bir arkadaşı vardı,
Yanan evlerinin eski arsalarının üzerinde,
Dertleri azalacak şimdilik barınacaklardı,
Yaptırdığı, küçük bir ev ile de olsa,
Parasız, pulsuz yaşayacaklardı...

Çevresindekiler, dediler;
Çocuğu yatılı okula gönderelim.
Baytar Mektebi açılmıştı ama
Kendisi fikir ve din adamı olmak istiyordu…
Fakat okul yatılıydı ve ücretsizdi,
Hayvan hekimi olmayı da hiç düşünmüyordu,
Koştu hemen kayıt yaptırdı,
Ailesinin üstündeki yükü almış,
Ücret ödemeden barınacaktı…

Veteriner hekimi olmak,
Salgın hastalıklarla mücadele etmek,
Hayvanlara şifa dağıtmak Akif’in ilk işi olmamalıydı,
Bu işte çok önemliydi fakat kendileri,
Daha çok fikir ile din ile meşgul olmayı istiyordu,
Yine de fikir hayatından kopmayacak,
Bildiklerini, öğrendiklerini, tekrarlayarak,
Üstüne yeni bilgiler ekleyecekti…

Şimdilik boş zaman bulduğunda,
Spor ile ilgileniyor, uzun yürüyüşler yapıyordu,
Güreş yapıyor, yüzücülük, yarışlarına katılıyor,
Hatta koşma, gülle atma, gibi yarışlarda bile
Akif’i görebilmek akla hayale gelmiyordu…

Yalnız başına bulunduğunda,
Bir yandan Fransızcasını geliştiriyor,
Bir yandan da Kur’an-ı Kerim tekrarlıyordu,
Hafızlığını, dinîni de gündemde tutuyor,
Fakat kendisini edebiyat ile uğraşmalıydı,
Edebiyat Öğretmenliği yapmalıydı,
Şiir ve fikir üzerinde yoğunlaşmalıydı…

Gazete ve dergilere şiir ve makale gönderiyor,
Sonucunu takip ediyordu,
Hazine-i Fünun Dergisinde, yayımlanan gazelleri,
Onu çok mutlu etmiş,
Mektep Mecmuası’ndaki, “Kur’an’a Hitap” adlı şiirleriyle de
Kendisini edebi konularda bulmuş,
Basın hayatı bu şekilde başlamıştı bile…

Akif, eserlerini rahatça yazmalıydı,
Hakk’ı tavsiyeleri okunmalı
Onunla insanlık aydınlanmalıydı…

Kendisi de vatanının, milletinin, uğruna,
Beklenilenden fazlasını yapabilmeli,
Birliğin ve beraberliğin sağlanmasında,
Kalıcı eserleriyle şuur ve seviye geliştirmeliydi…

Akif, Ziraat Bakanlığı’nda bir memurdu,
Yirmi yıl kadar da bu işini sürdürecek,
İlk görevi olan Veteriner Müfettiş Yardımcılığı’yla,
İstanbul’da çalışacak, memuriyetinin ilk dört yılında,
Teftiş için meşgul olacaktı…
Bu yüzden de Rumeli, Anadolu, Arnavutluk, Arabistan,
Gibi devletlerde gönüllü çalışacaktı…

Bu şekilde halkları daha yakından tanıyor,
Onlarla yakın temaslar kuruyordu,
Hem bu esnada da babasının doğum yeri olan,
İpek Kasabası’nı da ziyaret edecek,
Amcaları ile görüşecekti…

Amcaları onun yalnızlığına itiraz edip,
Tophane-i Âmire Veznedarı,
Mehmet Emin Bey’in kızı ile evlendirecekti,
Hem de bu vesile ile
Cemile, Feride, Suat, İbrahim Naim, Emin, Tahir,
Adlı çocukları da olacaktı…

Akif, edebiyata olan ilgisini,
Edebiyat öğretmenliği yaparak, sürdürmek istiyordu.
Resimli gazetede, Servet-i Fünun dergilerinde,
Şiirleri ve yazıları yayımlandıkça da
Mutluluğu kat kat artacaktı…

II. Meşrutiyet ilanıyla Akif,
On bir Arkadaşıyla birlikte,
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye olmuş,
Yayın dünyasına daha kesin adım atmıştı...
Bu yüzden de Sırat-ı Müstakim dergisinin, başyazarı olmuştu,
Hem de Mısırlı din ve bilim adamı, Muhammed Abduh’un;
İslam birliği görüşünü anlamış,
Yayma hazırlıklarına başlamıştı…

Akif, İstanbul camilerinde vatanı için vaazlar veriyor,
Arnavutluk isyanının onu üzmüş olması,
Balkanlar'da artan düşmanlık duygularını, körüklemiş,
Akif’in dikkatlerini o yöne çekmişti,
Doğabilecek isyanları önlemek için,
Kendisini hazır ve kuvvetli hissediyordu…

İki aylığına bir seyahatle,
Mutlaka Mısır ve Medine'ye gitmeliydi,
Döndüğünde de Mısır seyahati hatıralarını,
“El Uksur'da” adlı şiiriyle kitaplarında,
Ülkesinde halkına anlatmalıydı…
Zaten Beyazıt Camisi Kürsüsü’nde,
Fatih Camisi kürsüsünde konuşuyor,
Halkını vatan savunmasında,
Duyarlı olmaya çağırıyordu…

Akif, Balkan Savaşından sonra,
Darülfünun Müderrisliği görevinden çıkacaktı,
Çünkü yayımları hükümetle uygun değil,
Siyasi ve de dini bulunuyordu…

Bu esnada da Harbiye Nezareti’ne bağlı,
Teşkilat-ı Mahsusa’nın teklifi üzerine,
İslam birliği kurma gayesiyle,
Tunuslu Şeyh Salih Şerifle,
Almanya’ya, gitme fırsatı da doğmuştu,
Bu yüzden de hiç boş zaman olamayacaktı…

Almanlara esir düşmüş, Müslüman kamplarında,
İncelemelerde bulunmalı,
Osmanlı düşmanlarını Müslüman esirleri hususnda,
Aydınlatmaya çalışmalıydı…

Bu gaye ile de
Fransız ordusundaki Müslümanlara,
Arapça, Fransızca, bildiriler gönderiliyor,
Cephelere uçaklardan atılması da sağlanıyordu…

Akif’in Arapça ’ya Fransızca ’ya,
Şahsen kendisinin çevirdiği bilgiler ile
Cahil düşünceleri aydınlatıyor,
İslam’ın safımızda birleştiriyordu,
Çünkü aydınlatılan Müslümanlar da
Aynı anda eğitilmeliydiler…

Bu hususta ki tecrübeleri de
Berlin Hatıraları adlı şiirleriyle,
Sebil ür Reşat’ta yayınlanacak,
Eserlerinde de yer alacak,
Vatandaşlarımız da eserlerini okuyup,
Şuur sahibi olacak, ibret alacaktı…

Akif, İstanbul’a döndükten sonra,
Teşkilat-ı Mahsusa tarafından,
Arabistan'a gönderilmişti.
Görevi, bu topraklardaki Arapları,
Osmanlıya karşı kışkırtan,
İngiliz propagandası ile mücadele etmekti,
Çanakkale Destanı’nın, on dört ay süren savaşının,
Zaferle sonuçlandığı haberini Arabistan'da iken almıştı…

Bu haber karşısında büyük coşku duymuş,
Çanakkale Destanı’nı kaleme almıştı...
Arabistan dönüşünde iki ay Lübnan'da kalan Akif,
“Necid Çölleri’nden Medine'ye” adlı;
Şiirleriyle de bu seyahatlerini anlatacak,
Eserleriyle halkına sunacaktı…

Lübnan’da yaşayan;
Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa’nın,
Daveti ile Lübnan’a giden,
Akif, şeyhülislamlığa bağlı,
Dâr-ül Hikmet-il İslamiye Cemiyeti Başkâtipliğine de atandı,
Amaç Osmanlı Devleti ile diğer İslam ülkelerinde çıkacak,
Dini meseleleri halletmek,
İslâm aleyhindeki, gelişmelere yanıt vermekti...
Bir yandan da, Said Halim Paşa’nın;
“İslamlaşmak” adlı eserini,
Fransızcadan Türkçeye çevirecekti…

Bu dönemde,
Türk halkı Kurtuluş Savaşı’nı,
Başlatarak direnişe geçmişti bile...
Bu harekete katılmak isteyen Akif,
Balıkesir'e giderek, 6 Şubat 1920 günü,
Zağnos Paşa Cami’inde,
Heyecanlı bir hutbe daha verecek,
Halkın beklenmedik ilgisi karşısında da
Daha birçok yerde vereceği hutbeler ile
Konuşmalar yapacaktı…
Ardından da İstanbul'a dönecekti…

Bu arada Sebil ür Reşad idarehanesi,
Millî mücadeleye katılmak için,
Anadolu’ya geçmiş olanlarla,
İstanbul’daki yakınlarının,
Gizli haberleşme merkezi hâline gelmişti…
Akif’in Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesi,
Dâr ül-Hikmet il-İslamiye,
Cemiyeti'ndeki görevlerinden,
Azledilmesine neden olmuştu…

Artık İstanbul'da rahat hareket edemeyecek,
Ayrılması gerekecekti…
Azledilmeden az önce de
Oğlu Emin'i yanına alıp Anadolu’ya geçecek,
Sebil ür Reşad’a Ankara’da çıkarması için,
Mustafa Kemal Paşadan da davetiye gelecekti…

TBMM'nin açılışının ertesi günü,
Ankara'ya varmıştı bile,
Millî mücadeleye, şair, hatip, seyyah, gazeteci,
Siyasetçi olarak katılmış olup,
Ankara'ya varışından bir süre sonra da,
Ailesini de yanına aldırtmıştı…

Ankara’ya geldiği günlerde,
Mustafa Kemal Paşa, Konya Vali Vekili aracıyla,
Burdur Milletvekili seçilmesini sağlamıştı...
Haziran ayında Burdur’dan, temmuz ayında ise Biga’dan,
Mebus seçildiğini duyan;
Akif Burdur Mebusluğunu tercih etmişti...
Böylece vekil olarak, TBMM’de yer almış,
Meclis kayıtlarında da Burdur Milletvekili
Ve İslam şairi olarak adı geçmekteydi…

Ankara'ya varır varmaz da aldığı ilk görev,
Konya ayaklanmasını önlemek,
Halka öğütler vermek üzere, Konya’ya gitmekti,

Konya’da kesin bir sonuca ulaşamamış,
Kastamonu’ya geçmişti...
Halkı düşman direnişine teşvik için,
Kastamonu’daki Nasrullah Camisi’nde,
Verdiği ateşli vaazlar bu sefer Diyarbakır’da basılmış,
Vilayetlere ve cephelere de dağıtılmıştı…

Akif, Anadolu'ya geçerken de
Eşref Edip'e de yanına gelmesini söylemişti…
Eşref Edip, Sebil-ür Reşad Dergisi’nin, klişesini de alıp,
İstanbul'dan ayrılmıştı...
Akif’in Kastamonu'da yayımlayacağı,
Dergisi ilg göreceğinden defalarca basılacak,
Anadolu'nun her yerine ve tüm askerlerimize dağıtılacaktı…

Derginin etkisi o kadar büyüktü ki
Yaydığı yoğun etkili duyguların,
Türk halklarının da etkilenmesinden korkan,
Rusya gibi yakın ülkeler,
Gazetenin ülkelerine girişini yasaklamışlardı...

Yine bir gün Ankara'da, Tacettin Dergâhı’nda;
Akif, Burdur Milletvekili olarak,
Meclisteki görevine devam etmekteydi…
Milli Eğitim Bakanı;
Hamdullah Suphi Bey’in, ricası üzerine,
Arkadaşı Hasan Basri Bey tarafından,
Kendisi ulusal marş yarışmasına,
Katılmaya ikna edilmişti…

Konulan beş yüz liralık ödül nedeniyle de
Başlangıçta katılmayı reddettiğinden,
Yarışma şiirsiz kalmış,
Hiçbir yarışmacının şiiri beğenilmemiş,
Hiç birisi de yeterli bulunmamıştı…

En güzel şiirin Akif tarafından, yazılacağı, düşüncesi de
Gerek halkın içerisinde gerekse mecliste,
Tamamen hâkim bir görüş olmuştu…

Akif’in orduya ithaf ettiği, İstiklal Marşı,17 Şubat günü,
Sırat-ı Müstakim ve Hâkimiyet-i Milliye de yayımlanmış,
Hamdullah Suphi Bey tarafından da
Büyük Millet Meclisinde okunup,
Ayakta dinlendikten sonra,
12 Mart 1921 Cumartesi günü,
Ulusal marş olarak kabul edilmişti…

Akif, ödül olarak verilen beş yüz lirayı,
Hilal-i Ahmer bünyesinde,
Kadın ve çocuklara iş öğreten,
Cepheye elbise diken,
Dar-ül Mesai vakfına bağışlamıştı…

İstiklâl madalyası ile ödüllendirilen, Akif, 1923 yılında,
Ankara'dan İstanbul’a, apar topar dönmüş,
Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine de
Kışı geçirmek için Mısır'a gitmişti…

Mısır’da kalacağı bir evi vardı,
Gitmeden önce de, Kur’an’ın,
Türkçe meal ve tefsiri için,
Diyanet İşleri ile anlaşma imzalamıştı…

Bu görevi aslında kendisi reddetmişti,
Fakat o kadar çok ısrarlar edilmişti ki
Sonunda evet demek zorunda kalmıştı…

Bu hususta gönülsüz olduğu da biliniyordu,
Eserlerini yazmak ve düzenlemek için de
Biraz da zamana ihtiyacı vardı…

Akif, Milli mücadele destanını yazmak istiyordu,
Fakat meal ve tefsir işi için de
En uygun kişi olarak görüldüğünden,
Üzerinde yoğun ısrarlar vardı,
Bu yüzden kabul etmek zorunda kalmıştı…

Bir kaç sene boyunca,
Yazdan yaza İstanbul’da
Kıştan kışa da Mısır'da kalmak isteyen Akif,
Türkiye'de gerçekleşen devrimlerin,
Kendi inançlarına ters düşmesi sebebiyle,
Kendisinin devletine aykırı düştüğü,
Aykırı görüldüğü söylentileri yüzünden,
Mısır’dan dönmedi ve Hilvan'a yerleşti…

Burada adeta inzivaya çekilmişti,
Hem bu esnada da Kur’an’ın tercümesi ile ilgili,
Uzun ve de ciddî bir çalışma yapabilirdi,
Bu iş en az altı yedi senesini alacaktı,
Çünkü bu bir Rab’bimizin kitabı Kur’an’dı…
Sonuçtan memnun kalmayacağından,
Bu sorumluluktan kurtulmak istedi,
Mukaveleyi fesh etti…

Diyanet İşleri Başkanlığı,
Tercüme ve yorumlama işini,
Elmalılı Hamdi Efendi’ye verdi.
Akif, kendi yazdıklarını dostu,
Yozgatlı İhsan'a teslim ederken,
“Ölür de gelemezsem yak! ” diye de
Yakılmasını nasihat etti…

Mehmet Akif, Mısır yıllarında,
Kur’an çevirisinin yanı sıra,
Türkçe dersleri de veriyor,
Kahire'deki,“Cami-ül Mısriyye adlı, bir üniversitede,
Türk Dili ve Edebiyatı dersleri veriyordu…

Siroz hastalığına tutulunca,
Hava değişikliği iyi gelir düşüncesiyle,
Önce Lübnan’a sonra Antakya’ya gitti…
Mısır’a hasta olarak döndü,
17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a tekrar döndü…

27 Aralık 1936 tarihinde,
İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki,
Mısır Apartmanı’nda hayatını kaybetti,
Edirnekapı Mezarlığına gömüldü...

Cenazesine resmi bir katılım olmadıysa da
Büyük bir üniversiteli genç topluluğu,
Akif ‘i yalnız bırakmadı,
Akif ‘in vefatını duyan koştu geldi…

Cenaze namazında;
Yine de büyük bir kalabalık oluşmuştu,
Mezarı iki yıl sonra,
Üniversiteli gençler tarafından yaptırıldı,
1960’ta yol inşaatı nedeniyle,
Kabri Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi,
Mezarlıkta Süleyman Nazif ve arkadaşı,
Ahmet Naim Beyin arasında yatmaktadır,
Ruhları şad olsun!
ALLÂH(c.c.) rahmet eylesin…

(2002)
Mehmet Tevfik TEMİZTÜRK

Mehmet Tevfik TEMİZTÜRK

İstiklal Marşı ve Mehmet Akif ERSOY Şiirleri, Mehmet Akif Şiiri