İlkokulda,karın dizlerimizi aştığı zamanlarda koltuğumuzun birinin altında çadır kumaşından yapılmış çantamız;diğerinde iki kalın odun duruverirdi.O zamanlarda idareli olmanın öbür adı,her gün bir kuru,bir yaş odun.yakmaktı,bizi sürekli dumana boğan eski sobamızda.Nasıl da üşüşürdük başına o ateş kütlesinin başına.Kavgalarımızın ardı kesilmezdi,soba yanındaki sırayı kapmak için.Okul sıralarında birlikte oturduğumuz çocuklarla okul çıkışında toprak damların arasında sülale savaşları yapardık,savaş silahının sadece taşlar olduğu. Çünkü hep öyle öğrenmiştik;bizim arkadaşımız da olsa babamızın ezeli düşmanıydı babaları.Hasta olduğu için sınıfımızın bitişiğindeki lojmanından mors alfabesi sesleri ile girip çıktık, adı "sessiz çalışma ve okuma" olan derslerden.
"Mercimek çorbası" desem, hıı? dersiniz.Ne alakası var ? diye. Görünüşte sade bir isim tamlaması gibi duran bu iki sözcüğün gizemi birleştirilmiş sınıfta bu bakımsız ve bozoğlanın kalabalığı yara yara ilerleyen korkusuz bir savaşcı gibi-soruyu bilip de aldığı hediyenin yıllardır özenle saklanmasında gizlidir. Bu yaşına kadar belki de ilk hediyesi. Ağabeyimin askerden gönderdigi kendi fotografım sandığım gülen çocuk kartpostalını saymazsak. Çapı 40 yaprak bir defter ve bir kurşunkalem de olsa bu mukaddes hediye,nasıl da yürütmüştü beni eve kadar, kale fethetmiş şovalye mağrurluğuyla
İlk kez takım elbise giymenin ve ilk kez saçlarımı düzeltmenin verdiği büyüyorum havasıyla girdiğimiz ortaokul sıralarının başlarında Nesibe Hoca'nın o kızgın hali duruyor sol yanımın bir taraflarında.Evin işlerinden okulun birinci haftasını kaçıran,ikinci haftasına güç bela yetişen bu bozoğlan'a yoklamada numarasını sorduğunda, -yasak meyveyi yiyen birini izleyen kalabalık bakışlar arasında- o masum sözcüğü söyleyivermiştim: bilmiyorum. "Sen nasıl öğrencisin; yoksa serseri misin ?..."le başlamıştı cümleler ve öyle tahmin ediyorum yarım sayfa kadar sürmüştü soru işaretli ve bol ünlemli cümleler.
Hani "biz okuyamadık bari sen oku" motive edici cümle ile başlayan okuma maceramız bütün okul hayatı boyunca velimizin okula bir defa bile uğramamasıyla devam edip durdu.
Liseye geçmeliyiz değil mi? Hani adam olmak için güya yolu yarıladığımız, sakal tıraşı olmak için can attığımız,saçlarımızı arkaya taramaya başlamamızla bir sevdiğimizin olduğu ( onun haberi olmasa da ) kırılgan kaygan ve hızlı zaman dilimine. Hani şu şiirlerden ilk kez etkilenmeye başladığımız, dinlediğimiz her şarkının bizim için yazıldığını düşünecek kadar bencil , gözükara acemi hoyrat ve bitmez hareketliliğin zirvesinde attığımız çamurlu adımların zamanı.Okulumuz , babalarımızın "bitirir bitirmez santrale girersin" diye heveslendirdiği başarı sıralamasında diğer okullara göre nal toplayan pozisyonunda ve kahramanlarının "ıskarta" laş(tırıl)anlar olduğu meslek lisesiydi herkesin gözünde.
Gün geldi ellerimiz şehirli gibi tokalaşmayı, gözlerimiz masumluğun yalanını öğrendi. Ne santrale girebildi bütün umutlarını bu liseye bağlayanlar ne de zamanında bitirebildi bu uzatmalı sevgili konumuna dönüştürdüğümüz okulları. İlkokuldan en son bitirdiğimiz okula kadar "boynuz kulağı geçer;ancak boynuz kırılır, kulak kırılmaz" sözünün gerçekliğini sorguladık ve pozisyonumuzu sorguladık acemi hallerimizle.Kravatımıza bakarken tökezlediğimiz çukurlarda,tosladığımızda hayata bir "pardon"la geçiştiriverdik yıkılmışlığımızı ve acıyan yanlarımızı.
Şimdi değerli eskilerimizin kaybedilişindeki baş dönmesini yaşıyoruz,el yordamıyla aydınlattığımız yolumuzda.Bozoğlan'lığımızdan geriye kalan bölük pörçük birkaç hatırayı saklıyoruz göğüs cebimizde.Kimseye çaktırmadan dalıp gidiyoruz,ara sıra okul önlerine,ikiye katlanmış harita metod defftelere ve sonradan hatırlayabildiklerimize.Önümüzdeki kurgulanmış hengamede yönlendiricilerle,benzeyerek ve sürüklenerek akıp gidiyoruz.Şimdiki ikisi de kurumuş odunların,40 yapraklı defterlerin,lisenin tükenmez enerjisinin ve bozoğlan'ın hiçbiri eskilerine benzemese bile?
Ahmet Şevki ŞAKALAR
sakalarahmet@mynet.com
Ahmet Şevki ŞAKALAR bozoğlan zamansız bir geri dönüş seçme hatıralar