Eğitim Sitesi

Can Dostum

Ana Sayfa > Öyküler - Hikâyeler > Can Dostum

Can Dostum

CAN DOSTUM / ALİ TUTKUN

Boydak Mehmet için o gün de diğer tüm günlerden farksız başlamıştı.

Gece boyunca sızlayan eklemlerinin verdiği ızdırabı duymamaya çalışarak, bir türlü ısınmayan ağır ve nemli, pamuklu yorganın altında bir sağa bir sola dönüp durmuştu. Zaman zaman dalar gibi olduğu anlarda bölük pörçük rüyalar görmüş ama uyandığında hiçbirini doğru dürüst hatırlayamamıştı.

Gece boyunca aralıksız kar serpiştirmiş, gece ilerledikçe fırtınaya dönüşen rüzgâr, kuru ağaç dallarından, buz tutmuş saçaklardan, çatılarda bir hayalet gibi kapkara duran bacaların etrafından geçerken daha bir kudurmuş, sabaha kadar uğuldayıp durmuştu. Köpeklerin gece boyu süren havlamalarına horozların sesleri de karışmaya başladığında sabahın yaklaştığına kanaat getirip oflayarak yatağında oturmuştu. Hayatı boyunca hem böyle tek başına uyumuş, tek başına uyanmıştı.

Yatağından çıktıktan sonra kuzine sobasını yakmış, sobanın üzerindeki ibrikte ısınan suyla abdestini almış, koyun postundan namaz seccadesinde sabah namazını kılmış, çayını demlemiş, pilli küçük cep radyosundan gelen yanık türkülerin eşliğinde, bayat ekmek, zeytin ve çökelekten oluşan yoksul sofrasında kahvaltısını yapmaya koyulmuştu.

Çaydanlıkta cızırdayan suyun sesi, odayı dolduran kızarmış ekmek ve çıra kokusu, kirli ve küçük pencere camlarından içeri süzülen solgun gün ışığı… Sanki hepsi, ömrünün son demlerini yaşayan bu çilekeş ihtiyarı birazdan yaşayacağı olağanüstü güne hazırlıyordu.

Boşalan bardağına tekrar çay koymak için demliğe uzandığında selâ sesi işitir gibi oldu. Radyonun sesini kısıp dışarıya kulak kabarttı, evet, gerçekten selâ okunuyordu. Selâ onu hep ürpertirdi, çünkü selâ ölüm demekti. Ölüm ise şu dibi delik dünyada bir hayat şarkısının daha susmasıydı… Sıranın kendine bir adım daha yaklaşmasıydı… Kendi selâsına sıranın gelmesine kaç selâ kalmıştı acaba? Bir, üç, beş?

Boğazına bir şey düğümlendi ve tamamen beyazlamış gür sakallarına doğru gözlerinden iki damla yaş süzüldü. “Çocuk gibi oldum. Her şeye ağlayıveriyorum” diye düşündü gözlerini elinin tersiyle silerken. Gerçekten her şeye ne kadar kolay ağlar olmuştu son zamanlarda? Dalından düşen bir yaprak bile onu hislendirmeye yetiyordu artık. Ağlak bir ihtiyar olup çıkmıştı. Olmayan iştahı da kaçtığı için ağzındaki lokmayı zorlukla yuttu. Yorgun yüreğinde biz sızı gezindi. Elini sol göğsüne bastırarak bir süre bekledi. Nefesi daralır, başı döner gibi olmuştu yine. Bir ürperme bütün vücudunu baştan aşağı yoklayıp geçti.

Biraz kendine gelince iki elinden destek alarak güçlükle doğruldu. Selâyı kapının önünde dinlemek ve kimin vefat ettiğini öğrenmek için bastonuna dayanarak dışarıya çıktı. Kapının önündeki sundurmanın altında duran eski divana oturdu. Ellerini bastonuna, çenesini ellerine yasladı.

Acaba kim ölmüştü? Bu soğuk kış günü hangi ocağa ateş düşmüştü? Yaşlı ve hasta akranlarından biri daha vefat etmiş olmalıydı. Çünkü ölüm en çok ihtiyarlara yakışırdı.

Bir de ölümün hiç yakışmadıkları vardı, bebekler, çocuklar, eli kınalı gelinler, kaytan bıyıklı delikanlılar…

Selâ bitince imam rahmetlinin ismini söyleyecek ve ihtiyarın dudaklarından “Allah’tan geldik, O’na döneceğiz” mealindeki “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” ayeti dökülecekti. Bu hep böyle olurdu.

Neredeyse çocukluğundan beri tanıya geldiği herkes teker teker yaşlanıp vefat etmişlerdi. İlk önce ihtiyarlar göçmüşlerdi bir bir... Bastonlu, hacı takkeli, mesh pabuçlu, kehribar tespihli, beyaz sakallı kambur dedeler; beyaz bürüncekli, basma şalvarlı, sırtlarında yün şallarıyla elleri ve yüzleri kırış kırış, ağzı dualı, akça pakça nineler…O zamanlar çocuktu ve henüz ölümün ne olduğunun bile farkında değildi.

Sonra çocukluğunun orta yaşlıları yavaş yavaş gözünün önünde yaşlandılar. Saçları sakalları ağardı, belleri büküldü, elden ayaktan düşüp kendilerinden önceki ihtiyarlara benzediler. Ve onlarda gittiler bir bir…

Şimdi de yaşıtları olan, birlikte doğduğu, birlikte büyüdüğü ve birlikte yaşlandığı arkadaşları aynı şekilde ebedi aleme göçüyorlardı. İhtiyarlık demek tüm bunları yaşamak demekti. Ölümle yaşamaya alışmak, birkaç kuşağın ölümüne tek tek şahit olmak demekti. Ve tabi ki kendi ölümünü de metanetle beklemek demekti. Hatta zaman zaman ölümü özlemek demekti.

Yaşlılık zordu, ölüm zordu, ayrılık zordu… En zor olanı ise genç yaşta kara toprağa düşenleri yolcu etmekti. Bu vakitsiz ölümler henüz daha olgunlaşmamış bir meyvenin, dalından hoyratça koparılması, tazecik bir fidanın ağaç olamadan kuruyup gitmesi ya da kırılıp bir kenara atılması gibi hazindi, dayanılmazdı, inanılmazdı. “Allah sıralı ölüm versin” sözü öylesine söylenmiş bir söz değildi. Sıralı olmayan ölümler sırayı bozanı değil, aslında geride kalanları öldürürdü.

Selâ bitti. İhtiyar, bastonuna dayadığı başını ağır ağır yukarı kaldırdı. Minareden gelecek anonsa kulak kabarttı:

-“Eski köylümüz Sadık Çoban vefat etmiştir. Cenaze, öğle namazını müteakip köy mezarlığında toprağa verilecektir. Allah rahmet eylesin.”

İmam anonsu tekrarlarken ihtiyarın kulakları artık hiçbir şey duymuyordu. Beyninde sadece bir uğultu vardı.

Vefat eden kişinin adını duyar duymaz tepeden tırnağa sarsıldı. Bütün vücudu adeta kas katı kesildi. Çenesi kitlendi. Dudaklarından fısıltı şeklinde çıkan kelimeler kendisini duyacak bir kulak bulamadan uğuldayan rüzgârın içinde kaybolup gitti. İçinde büyük bir öfke kabardıkça kabardı, kabardıkça kabardı… Damarlarında dolaşan kanı önce durdu, sonra bütün hararetini kaybetti ve kaskatı kesildi, ya da ona öyle geldi. Kendini yavaşça divanın üzerine bıraktı. Sırt üstü uzandı. Bakışları bir noktaya takıldı kaldı. Gözyaşları sıcak sıcak aktı, aktı, aktı…

***

Kimdi vefat eden Sadık Çoban? İhtiyar niçin bu kadar sarsılmıştı?

Aslında altmış küsur yıllık bir hikâyeydi bu. Kimsenin bilmediği, kimsenin bilmeyeceği…

Yıllar, yıllar öncesiydi. Mehmet o zamanlar yirmi yaşlarında, bıyıkları yeni terlemiş, elinden her iş gelen, yerinde duramayan, becerikli, cin gibi bir delikanlıydı. Taşı sıksa suyunu çıkarırdı. Köydeki herkes gibi ailesiyle birlikte bir avuç taşlı tarlayı işleyerek, üç beş inek, sekiz on koyun besleyerek güç bela geçinmeye çalışıyorlardı.

Yaşlı anne ve babasının son goncasıydı. Onu gözlerinden bile sakınırlardı. İki ablası evlenip başka köylere gelin gittiklerinden beri evin her şeyi o olmuştu. Tarlayı sürmek, ekin ekmek- biçmek, harman dövmek, hayvanlarla ilgilenmek gibi o yoksulluk zamanlarının her türlü angaryasını çekmek onun omuzlarındaydı.

Boş kaldığı zamanlarda da ava giderdi Mehmet. Elinde çifte dolma tüfeği, dağ tepe dolaşır, geyik, tavşan, keklik artık bahtına ne çıkarsa kısmetinin peşinden koşardı. Ava gittiğinde ne yapar eder elleri dolu gelirdi. Bu civarın eski avcılarından olan ama yaşı ilerlediği için artık ava çıkamayan babası ise oğlunda kendi gençliğini görür, onunla gurur duyar ama bunu yüzüne karşı asla söylemezdi. Mehmet annesinden öğrenirdi babasının neler düşündüğünü, kendiyle nasıl gurur duyduğunu. Mehmet bilirdi bu toprağın babalarının evlatlarını uyurken öptüklerini, belli etmeden uzaktan gizli gizli sevdiklerini.

Gizli sevilenler sadece evlatlar değildi elbet bu yoksul topraklarda. Bir göz süzmesi, bir işveli bakış, bir manalı gülüşle dağ gibi yiğitlerin yüreklerini avuçlarına alıveren, gece gözde uyku, gündüz başta akıl bırakmayan yavuklu da gizli sevilir, gizli özlenir; kavuşmak nasip olmazsa bağra taş basılır, bu yakıcı sevdanın bir ömür boyu, yine gizli gizli yürekte küllenmesi beklenirdi.

“Bir bahçeye giremezsen durup seyran eyleme.

Bir binayı yapamazsan yıkıp viran eyleme.

Bir güzeli sevip de alamazsan,

İsmini aleme rüsva eyleme.”

 

Mehmet’in de bir gizli sevdası vardı. Uzaktan akrabaları olan ve işin kötüsü babasıyla arasında husumet bulunan bir ailenin biricik kızlarıydı, Ayşe. Zamanında iki aile arasında bir arazi meselesinden dolayı bir kırgınlık yaşanmış, babalar köy meydanında dövüşmüş, sövüşmüş, aileler o zamandan beri konuşmaz olmuşlardı. Bu yüzden ne Mehmet ne de Ayşe ağızlarını açıp ailelerine tek kelime bir şey söyleyemiyorlardı.

Mehmet’in yüreğinde alev alev yanan sevdasını sadece can dostu, ahretliği olan Sadık biliyordu. Sadık iki yaş küçüktü Mehmet’ten. Az konuşan, çok dinleyen ve çok düşünen garip bir çocuktu Sadık. Bu güne kadar bir kötülüğünü gören olmamıştı. Herkes onu severdi. Tam bir yoldaş tam bir sırdaştı. İkisi çok iyi anlaşırlar, ne zaman boş kalsalar ava çıkar, dağ tepe dolaşırlardı. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi.

Mehmet bir çıkmazın içindeydi. Sevdiğine nasıl kavuşacaktı? Konuyu ailesine açamıyordu çünkü bu evliliğe izin vermezlerdi. Kendi ailesini bir şekilde ikna etse bile kız evi bu evliliğe razı olmazdı. Ayşe’yi alıp kaçamazdı da. Çünkü Ayşe henüz on sekiz yaşına girmemişti. Jandarma kızı elinden alır kendisini de hapse atardı. Kanunun elinden kurtulsa bu sefer de askerlik engeli vardı. Mehmet daha askere gitmemişti. Asker olduğu zaman Ayşe ne yapardı? Kiminle, nerede kalırdı? Ne yer, ne içerdi? İki yıl nasıl geçerdi? Beraberinde askere götüremezdi ya?

Tek çare var gibi duruyordu. İki sene bekleyeceklerdi. İki sene sonra hem Mehmet’in askerliği bitmiş olacak hem de Ayşe on sekiz yaşına girecekti. Aileleri izin vermezse bile kaçar giderlerdi buradan. İki sevdalı her şeyi göze almışlardı.

Mehmet askere gideceği gün Sadık’ı bir kenara çekti:

-Sadık, kardeşim. Ben gidiyorum. Ayşe’m ile olan sevdamızı senden başka bilen yok. Olmasın da zaten. Babasının kulağına giderse kıza bir kötülük eder. Ben yokken gözün Ayşe’min üzerinde olsun. Kılına bir zarar gelmesin. Güvenebileceğim sadece sen varsın. Sadece iki yıla ihtiyacımız var. İki yıl sonra ya ailemizi ikna edip evleneceğiz ya da alıp başımızı buralardan kaçacağız.

Sadık ellerini arkadaşının omuzlarına koydu.

-Sen hiç merak etme Mehmet. Emanetinin inşallah kılına zarar gelmeyecek. Sen gönlün rahat bir şekilde askerliğini yap gel. İnşallah düğününde karşılıklı oynayacağız seninle.

İki dost birbirlerine sarıldılar. Biri, her günü bir yıl kadar uzun geçecek iki senenin, diğeri de can dostunun omuzlarına yüklediği emanetinin ağırlığı ile vedalaştılar.

İki yıl Mehmet’e iki asır gibi uzun geldi. Sadık düzenli olarak Mehmet’e her ay mektuplar gönderdi. Köyde işler yolundaydı. Hiçbir sorun yoktu. Ayşe hasretle Mehmet’in yolunu gözlüyordu.

Birçok aile gibi Ayşe’nin ailesi de kızlarını okula göndermediğinden Ayşe’nin okuması yazması yoktu. Bu yüzden Mehmet’e Ayşe’den hiç mektup gelmiyor, asker ocağında onunla ilgili tüm haberleri Sadık’tan alıyordu.

Mehmet’in askerliğinin bitmesine sayılı günler kalmıştı. O ay Sadık’ın mektubu gecikti. Mehmet her gün yazıhaneye gidip mektup sorudu. Ama ne gelen vardı ne giden…

Nihayet askerlik bitti ve Mehmet köyün yolunu tuttu. Yol öyle uzadı öyle uzadı ki adeta iki yıllık askerliğinden bile uzun geldi bu yolculuk. Nihayet bir akşam vakti kasabada trenden indi. Sabahı bile bekleyemedi, hemen köyün yolunu tuttu. Gece yarısına doğru uzaktan köyün solgun ışıkları görünmeye, köpeklerin havlamaları duyulmaya başlayınca artık dayanamadı ve koşmaya başladı. Hızını kesen tahta valizini bir çalının içine fırlatıp deliler gibi koştu, koştu…

Aklında onlarca soru uçuşuyordu. Sadık neredeydi? Ayşe neredeydi? Sadık niye mektup yazmamıştı? Kötü bir şeyler mi olmuştu?

İlk önce Ayşelerin evine vardı. Kimseye görünmeden, bahçeyi çevreleyen çitlerin arkasından Ayşe’nin odasının camına baktı. Işıklar yanmıyor, hiç ses gelmiyordu. Ayşe’nin silüetini camda bir an görse heyecandan düşüp ölebilirdi. Belki yarım saat, belki bir saat bekledi. Hiçbir hareket olmayınca Sadık’ın evinin yolunu tuttu. Saatin kaç olduğuna aldırmadan evin kapısını çaldı. Biraz sonra içerden Sadık’ın babasının sesi duyuldu:

-Kim o?

-Benim Mehmet. Sadık’ın arkadaşı. Askerden yeni geldim.

Eski ahşap kapı gıcırdayarak açıldı. Sadık’ın babası elinde gaz lambasıyla kapıda belirdi. Adeta çökmüş, saçı sakalı birbirine karışmıştı. Bir insan iki yılda bu kadar değişebilir miydi?

Kapıyı açan perişan adam:

-Demek geldin? Hoş geldin oğlum. Sefalar getirdin. Demek duydun başımıza gelen felaketi ve buraya koştun geldin ha, dedi ve ağlamaya başladı.

Neler oluyordu? Neyi duymalıydı? Felaket neydi? Artık dayanamadı Mehmet:

-Amca, ben kimseye uğramadım. Daha evime bile varmadım. Allah aşkına söyle. Burada neler oldu? Sadık nerede?

Sadık’ın babası Mehmet’in yüzüne dikkatlice baktı. Oğlunun en iyi arkadaşının elinden tuttu:

-Hele gel içeri. İçerde konuşalım, dedi.

Bu sırada Sadık’ın annesi de yanlarına gelmişti. Korkulu gözlerle şaşkın şaşkın Mehmet’e bakıyordu.

-Anlat amca, ben yokken ne oldu burada? Meraktan çatlayacağım. Hadi anlat!

Bitkin adam hanımına:

-Sen içeri geç hanım. Biz biraz konuşalım, dedi.

Yaşlı kadın gözlerindeki yaşları tülbentinin ucuyla silerek uzaklaşırken Sadık’ın babası anlatmaya başladı:

-Bizim Sadık’ı bilirsin, sessiz sakin bir çocuktur. Adeta ağzı var dili yoktur. Son günlerde Sadık’a bir haller oldu. Sessiz, dalgın, sıkıntılı bir çocuk oldu çıktı. Soruyoruz: “Oğlum bir derdin mi var, bir şey mi oldu?” Bizim oğlan sanki bir sağır duvar, çıt yok. Akşamları geç gelmeler, dalıp dalıp gitmeler… Anası dedi ki: “Bu oğlanın bir derdi var. Belki de birine sevdalandı. Babasının, çek konuş.” Bir gün aldım karşıma. Saatlerce dil döktüm. Hiçbir şey demedi. Sonra ağlamaya başladı. “Anlatamam baba, daha fazla üstüme gelme” dedi. Sonra da kalkıp gitti.

Bir gece köyde bir şamata koptu. Duyduk ki Sadık silah çekmiş, Ayşe’yi zorla kaçırmış. Köylü bunların peşlerine düştü. İlerde bir geçitte ikisini kıstırmışlar. Sadık yakalanacaklarını anlayınca çekmiş silahı, Ayşe’yi vurmuş.

Mehmet adeta kanı donmuş şekilde anlatılanları dinliyordu. Sesi titreyerek sordu:

-Şimdi neredeler?

İhtiyar derin bir nefes aldı. Sesi çatallaştı, kelimeler boğazına dizildi:

-Nerede olacaklar? Ayşe mezarda, Sadık hapiste…

***

Mehmet askerden döndükten sonra aylarca kendine gelemedi. Adeta aklını kaçıracak hale geldi. Herkes onun can dostu Sadık’ın başına gelenlere çok üzüldüğünü, bu yüzden kendini perişan ettiğini sanıyordu. Halbuki Ayşe’sinin ölümüne, Sadık’ın da ihanetine yanıyordu Mehmet. Olup biteni aklına sığdıramıyordu.

Kalkıp gitti, cezaevinde Sadık’ı ziyaret etti. Sözünde niye durmadığını, Ayşe’yi niye kaçırdığını, niye öldürdüğünü, niye kendisine ihanet ettiğini sordu. Sadık tek kelime etmedi. Hep sustu, hep önüne baktı. Sadece:

-Affet beni. Sözümü tutamadım. Ayşe de affetsin, dedi.

Mehmet’in feryadı zindanın taş duvarlarında yankılandı:

-Bunu yanına koymayacağım Sadık! Sen bizim dünyamızı başımıza yıktın. Sen Ayşe’mi ölü, beni ise diri diri mezara koydun. Emanetime sahip çıkmadın. Hele sen bir hapisten çık! Seni kendi ellerimle öldüreceğim!

Mahkeme kısa sürdü. Şahitler Sadık’ı suçladılar. Sadık boynunu büktü, sustu. Mahkeme önce idam verdi. Ardından cezası müebbete çevrildi.

Mehmet ise yıllarca kendini toparlayamadı. Köyün tek zengini Rüstem Ağa’nın sürülerine çobanlık yaptı uzun yıllar. Adeta insanlardan kaçtı. Hiç evlenmedi. Bu yüzden adı Boydak (bekâr) Mehmet’e çıktı.

Artık her gece, herkes yattıktan sonra Ayşe’nin mezarına gidiyor, başını mezar taşına bağlanmış tülbente yaslayıp saatlerce ağlıyordu.

Mehmet ile Ayşe’nin sevdalarını ise hiç kimse öğrenemedi. Mehmet bu sırrı kutsal bir emanet gibi sakladı. Bu aşkı en temiz, en saf haliyle hep yüreğinde taşıdı. Her gece Ayşe’yi rüyasında görerek sabahladı. Her gün gördüğü rüyaları düşünerek akşamladı.

Yirmi üç yıl sonra Sadık bir aftan yararlanarak hapisten çıktı. Çıkar çıkmaz da askere aldılar. Sadık bir daha köye hiç uğramadı. Söylenenlere bakılırsa, aldı başını Almanya’ya gitti.

Mehmet zaten intikam almaktan çoktan vazgeçmişti. Mecnunun çöllerde gezmesi gibi o da kendini dağlara vurdu. Ömrü çobanlıkla geçti. Bu sevdayı ölene kadar gizlemek, sevdalarını başkalarının ağzına sakız etmemek, Ayşe’sinin hatırasını kirletmemek ömrünün tek gayesi oldu.

***

Boydak Mehmet eski divandan zorlukla doğruldu. Cebinden mendilini çıkarıp yaşaran gözlerini sildi. İhtiyar dudaklarından bir kere daha “Of anam of” sözleri döküldü. Neredeyse bütün ömrü “of anam of” diyerek geçmişti zaten.

İşte hayatını mahfeden Sadık ölmüş ve cenazesi köye getiriliyordu. Şimdi ne yapmalıydı? Cenazeye gitmese Sadık ile eski dostluğunu bilenler bunu yadırgarlar hatta bunun altında başka sebepler ararlardı. Belki de Ayşe’ye olan sevdasından şüphelenirlerdi.

Evet, cenazeye gitmeli, cenaze yakınlarına taziyede bulunmalı, hiçbir şey olmamış gibi rolünü oynamalıydı. İçi kan ağlasa da Ayşe için, gizli sevdalarının ortaya çıkmaması için bunu yapmalıydı.

Öğle namazına doğru caminin yolunu tuttu. Cenaze getirilmiş, musalla taşının üzerine konulmuştu. Cenazenin başucunda otuz- otuz beş yaşlarında kalpaklı bir adam duruyordu. Sadık’a çok benzeyen bu adam belli ki onun oğluydu.

Boydak Mehmet şadırvanda abdestini alıp yavaş yavaş musallaya yaklaştı. Cenazenin başında bekleyen kalpaklı adamla bir an göz göze geldi. Adam şefkatle yüzüne bakıyor ve gülümsüyordu. Başıyla ihtiyara selam verdi. Selamı gayri ihtiyari aldı Boydak Mehmet. Sonra da fatihasını okumaya başladı.

Duasını tamamlayıp elini yüzüne sürerken kalpaklı adamın ellerine sarıldığını gördü. Direnmedi, elinin öpülmesine razı oldu:

-Amca, Boydak Mehmet siz misiniz?

Kalpaklı adamı tepeden tırnağa bir kere daha süzdü ihtiyar:

-Evet benim. Sizi tanıyamadım?

Adamın yüzüne müşfik bir gülümseme yayıldı:

-Gel şu banka oturalım amca. Size söyleyeceğim çok önemli şeyler var.

Cami avlusunda, en uzaktaki banka yan yana oturdular.

-Amcacığım, benim adım Mehmet. Rahmetlinin oğluyum.

İhtiyar başını önüne eğdi. Tüm hayatını mahfeden adamın oğluyla yan yana oturuyor, onun söyleyeceği çok önemli şeyleri duymak için bekliyordu.

-Amca biliyorsun babam bir cinayet suçlamasıyla yıllarca hapis yattı. Daha sonra da buralarda durmayıp Almanya’ya gurbete gitti. Bütün ömrü gurbette geçti. Biliyor musun, babamın en sevdiği şey bize köyü, sizleri anlatmaktı.

Mahzun, garip bir adamdı babam. Çok çile çekmişti. Her zaman sessizdi. Çok az konuşurdu. Sadece köyünden bahsetmeye başladığı zamanlarda neşelenir, heyecanlı, mutlu bir insana dönüşürdü. Onu her mutsuz görüşümüzde, “Baba bize köyden bahsetsene” derdik. Aynı hikâyeleri belki yüzlerce kere dinlerdik ama onun yüzündeki mutluluğu görmek her şeye değerdi. En çok da sizden bahsederdi babam. Sizinle olan anıları anlatmaktan sanki daha bir keyif alırdı. Biz üç kardeş ve annem o yüzden seni çok iyi tanıyoruz.

Babam emekli olunca İstanbul’a yerleştik. Babama ne zaman “Haydi baba, senin köyüne gidelim” desek, “Daha değil oğlum, daha değil” derdi.

Sonra babam rahatsızlandı. Doktorlara götürdük, her türlü tedaviyi yaptırdık. Doktorlar hastalığın ciddi olduğunu ve babamın çok fazla zamanının kalmadığını, kendimizi kaçınılmaz olana hazırlamamızı söylediler.

Babam bir gün beni yanına çağırdı. Yine uzun uzun sizlerden bahsetti. Sonra da cenazesinin köyüne defnedilmesini vasiyet etti. “Yaşarken doyamadım toprağına, bari ölünce doyayım” dedi.

Vefat etmeden bir gün önce bana bir zarf verdi. “Bu mektubu ben mezara konmadan önce Boydak Mehmet kardeşime vermeni istiyorum” dedi. İşte amca, babamın sana vermemi vasiyet ettiği mektup. Okuman var mı? İstersen ben okuyayım.

İhtiyar titreyen parmaklarıyla mektuba uzanırken:

-Yok, ben okurum, dedi. Sadık’ın oğlu:

-Ben cenazenin başını boş bırakmayayım, müsaade edersen, deyip tekrar ihtiyarın elini hürmetle öperek ayrıldı.

Bir süre öylece kalakaldı Boydak Mehmet. Sabahtan beri yaşadıkları yaşlı bedenine ağır gelmişti. Sanki göğsü sıkışıyor, nefes alıp vermekte zorlanıyordu.

Zarfın üzerine baktı. Tükenmez kalemle yazılmış iki kelime gözüne çarptı. “Can Dostum” yazıyordu. Kafası karmakarışık olmuştu. Ellerinin titremesine engel olmaya çalışarak zarfı zorlukla açtı. İçinden dörde katlanmış bir mektup çıktı.

İç cebinden yakın gözlüğünü çıkardı, taktı. Mektubu okumaya başladı:

Ah benim Can dostum! Ah benim kadersiz Mehmet’im!

Bilsen sana karşı ne kadar mahcubum. Ben sana, Ayşe’yi sen askerden gelene kadar koruyacağıma dair söz vermiştim. Maalesef sözümde duramadım. Beni affet. Hakkını da helal et.

Fakat olaylar senin bildiğin gibi değil can dostum. Şimdi sana her şeyi tek tek anlatacağım.

Senin askerden gelmene iki ay kalmıştı. O sıralar Rüstem Ağa’nın hanımı vefat etmişti. Ağa, kendine yeni eş olarak Ayşe’yi gözüne kestirmiş. Müsait bir yerde konuyu Ayşe’nin babasına açmış. Cahil adama başlık olarak bir sürü para ve yirmi dönüm tarla teklif etmiş. Fakirliğin gözü kör olsun. Biliyorsun Ayşelerin her şeyi bir avuç taşlı tarladan ibaretti. Babası evde konuyu açınca Ayşe itiraz etmiş. Ağlamış, yalvarmış. Ama ne yapsa babasını ikna edememiş. Ertesi gün de Rüstem Ağa’ya “Tamam, gelin isteyin” demiş. Rüstem Ağa:

-Bu aramızdaki söz şimdilik duyulmasın. Hanım yeni vefat etti. Hele bir elli ikisi çıksın, ondan sonra gelir isteriz. Sonra da hemen düğünü yaparız, demiş.

Ayşe ertesi gün beni buldu. Gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. “Ne yapacağız Sadık Abi, ne yapacağız Sadık Abi?” diye ağlayıp duruyordu. Günlerce düşündük.

Sana haber salsak, askerden kaçar gelirdin. Peşine jandarma takarlardı. Hem hapse düşerdin hem askerliğin yanardı. Ayşe bunu istemedi.

Senin anne ve babana haber versek aileler zaten küsler. Hadi bunu çözdük desek, sizinkileri dünürcü göndersek bu da olmazdı. Çünkü Ayşe’nin babası Rüstem Ağa ile çoktan söz kesmişti.

Ayşe “Ben Mehmet’ten başkasına varmam. Ölürüm de elli yaşındaki o Rüstem Ağa’nın karısı olmam” diye ağlayıp duruyordu.

Sonra Ayşe’nin aklına bir fikir geldi. Ayşe’yi kasabada oturan teyzesinin evinde gizleyecektik. Zaten senin askerliğinin bitirmene de az kalmıştı. Ayşe de on sekiz yaşına girmek üzereydi. Yakında nikah için aile iznine gerek kalmayacaktı. Sen gelir gelmez evlenecektiniz. Evlendikten sonra da muhtemelen Almanya’ya kaçardınız. Çünkü Rüstem Ağa sizi rahat bırakmazdı. İşte planımız buydu.

Her türlü tehlikeyi göze alarak bir gece vakti kaçmaya karar verdik. Akşam herkes uyuyunca Ayşe ile köyün çıkışında buluştuk. Köy yolundan kaçmak tehlikeli olabilirdi. O yüzden dağ yolundan kasabanın yolunu tuttuk.

Nasıl olmuşsa olmuş, bizim kaçtığımızı anlamışlar. Belli ki birisi görmüş. Peşimize düştüler. Yakalanacağımızı anlayınca dağlara doğru kaçmaya başladık. Bu sırada arkadan ateş edildi. Kurşunlardan biri Ayşe’nin sırtından girip göğsünden çıktı. Ayşe gözlerimin önünde “Mehmedim” diye diye can verdi.

Peşimizden gelenler Rüstem Ağa ve birkaç adamıymış. Köyde ben Ayşe’yi zorla kaçırmışım, kız benimle gelmek istemeyince de vurup öldürmüşüm diye haber yaydılar. Buna herkes inandı. Hatta benim ailem bile.

Mahkemede, Rüstem Ağa’nın tuttuğu yalancı şahitler Ayşe’yi benim vurduğumu söylediler. Baktım kurtuluşum yok, sustum. Kaderimi kabullendim.

Gerçeği sana da söyleyemedim. Zaten deliye dönmüştün. Hakikati öğrenirsen gider adam vurursun, ömrün hapislerde geçer diye korktum. Ayşe ile ben zaten yanmıştık, bir de senin yanmanı istemedim.

İşte can dostum. Hakikat budur. Bunlar dışında ne duyduysan hepsi yalandır.

Emanetini koruyamadım. İşi elime yüzüme bulaştırdım. Ne olur beni affet. Hakkını da helal et.

Sadık Çoban

***

Ertesi gün köy mezarlığında Boydak Mehmet’in soğuktan donmuş, bir heykel gibi kaskatı olmuş cesedini buldular. Bir gün önce defnedilen taze mezarın taşına başını dayamış öylece kalakalmıştı.

Defin işlemleri yapılırken Boydak Mehmet’in cebinden bir mektup çıktı. Muhtar, üzerinde “Can Dostum” yazan bu mektubu bir köşeye çekilip tek başına okudu. Daha sonra da cenaze yıkamak için bahçede yakılan ateşin içine attı. Yanıp tamamen kül olana kadar bekledi. Vefat etmiş üç insanın sırrını saklamak artık onun göreviydi.

 

 

 

 

add

tag Can Dostum ALİ TUTKUN

Can Dostum Hakkında Yorum Yazın...

  

Can Dostum Hakkında Yorumlar

Simge SALTIK Dostluğun simgesi bu. Ellerinize ve Yüreğinize sağlık. Çok teşekkürler.

Galatasaray'lı Harika bir hikaye gözlerim doldu gerçektende muhteşem ya :))

Yazılan son 2 yorum gösteriliyor.

İçerikle ilgili 2 yorum yazılmış.

Yeni Eklenen Öyküler - Hikâyeler

Can Dostum