DAYAK
Akşamdan beri başı ağrıyordu. Büyük ihtimalle hasta olacaktı, belki olmuştu bile. Akşam yemeğinin üzerinden neredeyse dört saat geçmişti ve her akşam olduğu gibi yine acıkmıştı. Her akşam olduğu gibi bu akşam da yine yatağa aç girmişti.
Yatılı okulda dolaba ekmek saklamak yasak olmasına rağmen yine de buna cesaret eden ve şu anda bayat ekmek dilimlerini iştahla kemiren çocuklara imrenerek baktı. Onlardan bir parça ekmek istese muhtemelen vermezlerdi. O da sadece üzüldüğüyle kalırdı. En iyisi hemen uyumak ve sabah kahvaltısına bir an önce kavuşmaktı.
Bir an önce yatıp uyumak istiyordu. Birçok öğrencinin olduğu gibi onun da soğuktan elleri çatlamıştı. Yastığının altındaki Arko kremi ellerine sürüp yorganın içine kıvrıldı. Dizlerini karnına çekip ellerini dizlerinin arasına sıkıştırdı. Başı da yorganın içinde kayboldu. Soğuk havada uyumak için en iyi pozisyon buydu. Köyde de –yattıkları odada soba yoktu- ağabeyi ile aynı yatakta sırt sırta verip böyle uyurlardı.
Demir ranzalarla tıklım tıkış olan yatakhane 20 kişilikti ve tüm öğrenciler birinci sınıfa gidiyordu. Bir günü daha bitirmenin ve en sevdikleri iki vakitten biri olan – diğeri yemek saatleriydi- uyku saatine ulaşmış olmanın mutluluğuyla herkes tekrar çocuk olduğunu hatırlamıştı.
Ayşe teyzenin ördüğü deve tüyü rengindeki tepesi püsküllü yün şapkasını de kafasına geçirdi. İkiye katlayıp açık ucunu kapı tarafına verdiği yeşil pamuk yorganının içindeydi. Yorganın yarısı altında yarısı üstündeydi. Böyle yapınca gece yorganın ucu yerlere değmiyor, yerdeki tozlardan dolayı kirlenmiyordu. Yerler karo taşı döşeliydi. Hiçbir sergi yoktu. Kalorifer, soba mı ? Bunların hayalini bile kimse kurmuyordu çünkü o yıllarda yatakhanelerin ısıtılması diye bir kavram yoktu.
Her akşam olduğu gibi bu akşam da sadece sabahları sobası yanan buz gibi etüt sınıfında iki saat boyunca ders çalışıyormuş gibi yapmış, etüdün bitmesini annesine kavuşmayı bekler gibi beklemişti. Etütte konuşmak, uyumak hatta ders dışı bir şeyle uğraşmak bile yasaktı. Geçen günlerinden birinde sırf çocuk dergisi okuyor diye etüt öğretmeninden herkesin içinde tokat bile yemişti. Evet, çocuk dergisi… Bütün hafta boyu yeni sayısının çıkmasını beklediği, çıktığı gün sabahtan koşup aldığı, bir solukta okuduğu, yarı harçlığını verdiği çocuk dergisi.
Çevre köylerden gelen fakir köylü çocuklarının okuduğu bu yatılı okulda akşam etütleri hep böyle geçerdi. Üşüyerek, sıkılarak, bekleyerek, özleyerek…
Aynı koridora açılan üç sınıfta toplam seksen öğrenci etüt yapardı. Orta birden lise sona kadar her yaştan öğrencinin bulunduğu bu üç katlı yatılı okulun birinci katı yatakhane, ikinci ve üçüncü katı ise dersliklerden oluşmuştu. Etütler ikinci kattaki sınıflarda yapılıyordu.
Nöbetçi öğretmen bugün K. idi. Aynı zamanda müdür yardımcısıydı. Karadenizli, sert ve dayak atmaktan çekinmeyen bir meslek dersleri öğretmeniydi. Çocukların okulda en çok korktukları öğretmen oydu.
Bir de B vardı ama nedense –belki de idareci olmadığı için- ondan sanki biraz daha az çekinirdi çocuklar. Yoksa o da iyi döverdi. Hatta onun kendine has bir dayak atma tarzı bile vardır. Suçluyu (!) tespit ettiği anda –ki bu sınıfta, yemekhanede, bahçede… her yerde olabilirdi- sağ elini yere paralel olacak şekilde ileriye doğru uzatır; başı hafifçe öne ve sağ koluna doğru kırk beş derecelik bir açıyla yatar; kaşlarının altından becerebildiği en sert bakışıyla dik dik bakar; bu arada kaşlarını çatabildiği kadar çatar; bir saniye kadar öylece hareketsiz durur ve sadece dört parmağını el ayasına en yakın eklemlerden kırarak “Gel buraya!” derdi.
Çekinir ona doğru hareketlenmezseniz duruşunu hiç bozmadan aynı şekilde durmaya devam eder ve siz gelene kadar çağırmaya devam ederdi. O an işinizin bittiğini ve dayaktan kurtuluş olmadığını anlardınız.
O dayağı genelde lise değil de ortaokul öğrencileri yerdi. Bu yüzden çoğunlukla gözlerimiz yaşarmış, dudaklarımız sarkmış halde ayaklarımızı sürükleyerek celladımıza yaklaşırdık.
Vazife sırası artık sol kol gelirdi. Sol kol kulak hizanıza kadar kalkar, sol el sağ kulağımızı tamamen kavrar, kulağımız avuçları içinde kaybolurdu. Bu sırada hafif canımız yanar ama bunu pek önemsemezdik. Çünkü asıl darbe bir kaç saniye sonra sol yanağımıza inecektir. Öğretmen itinayla elini sol yanağımıza koyar ve başımızı sağımıza doğru otuz derecelik bir açıyla yatırır. O an sol yanağımızı tamamen kaplamış olan sıcacık el bize bir an anne şefkatini hatırlatır. Aklımıza annemiz gelir ve içimiz biraz daha burkulurdu.
Açıyı da ayarlayan öğretmen için artık gösterinin final kısmına gelmiş olurdu. Sağ el havaya kalkar. Bir an bekler. Öğretmenin başı hafif arkaya kalkılır. İzleyenler gözlerini kısarlarken dayak yiyecek olan ise sımsıkı yumar. Ve ardından, sağ elin ayası şimşek gibi yanağımıza iner. Pat!
Tokadı yiyen çocuk elektrik çarpmış gibi titrer. Yanağı alev alev yanarken eğer yaşı biraz büyük veya gözü karaysa ilk tokattan sonra ağlayarak, bağırarak veya kaçıp kurtulmaya çalışarak son bir kez hamle yapar. Fakat sağ kulağa yapışmış olan sol el bu ümitsiz çırpınışına müsaade etmez. “Daha bitmedi!” der ve tutmakta olduğu kulağı biraz yukarı doğru kaldırır. Çocuğun sağ yanağı ortaya çıkar. Bu açıdan tokat vurmak zordur ama öğretmen ona da bir çözüm bulmuştur, elinin tersini kullanacaktır. Öğretmenin sağ eli sanki kendi sol kulağına dokunmak istermiş gibi içeri doğru kıvrılır ve ardından ikinci darbe çocuğun diğer yanağına iner. Pat!
Gösteri bitmiştir. Öğretmenin sağ kolu tekrar yere paralel uzanır. Dört parmak “uzaklaş” anlamında bir kaç kez sertçe el ayasına en yakın eklemden kıvrılarak son jestini yapar.
Çocuk; utanç, çaresizlik, ezilmişlik, sahipsizlik, fakirlik, isyan, öfke, intikam ve nefret duygularının harmanlandığı bir duygu yumağı halinde oradan uzaklaşır. Genellikle lavaboya gider. Soğuk suları tekrar tekrar yüzüne çarpar. Bu acımasız dayakla kirlenen yanaklarını, gözyaşlarını, ruhunu temizler adeta. Bu soğuk su hala parmak izlerinin kızıllığını taşıyan ve alev alev yanmakta olan körpe yanaklara da iyi gelir. Acıyı çabuk keser. Fakat yürekteki acı asla geçmez ve 35 yıl sonra işte bu hikâyeyi yazdırır.
Çocuk bu tokatların ilkini birkaç gün önce yemişti. Akşam etüdü için sınıfta toplandıkları saatlerdi. Hazırlığını yapmış, kitabını defterini toplamış, en ucuzundan naylon terliklerini çorapsız ayağına giymiş boş sıralardan birine oturmuş etüdün başlamasını bekliyordu. Önündeki sırada bir kişilik boşluk vardı. Çocuk boş olan yere geçmek istedi ve yakalandı. Bu suç değildi ki? Yer değiştirmek neden suç olsundu?
Yatılı okul özlemek demektir, gizli gizli ağlamak demektir. Herkes evini çok özlüyordu. Özellikle de küçükler. Daha hepsi ana kuzularıydılar. Üç haftada bir ev izinleri vardı. Tabi bu sadece evi yakın olan çevre köylerde yaşayanlar içindi. Bir de Ordu’dan, Isparta’dan, Denizli’den, Muğla’dan, Konya’dan gelenler vardı. Onlar evlerine sömestr ve yaz tatilinde gidebilirlerdi sadece.
Çocuk izin haftası olduğunda, bayrak töreni yapılır yapılmaz on dakika mesafedeki tren istasyonunda soluğu alırdı. Yanında küçük bir çantası, çantasında kirli çamaşırları, ayrıca küçük kardeşleri için ya bir çikolata ya bir oyuncak olurdu. İstasyondan bilet alır, 16.50 treni heyecanla beklerdi. İzmir Basmahane garından kalkan tren birkaç dakika gecikmeyle de olsa zamanında istasyona gelirdi. Tren genellikle dolu olduğundan ayakta yolculuk eder, bunu hiç dert etmez ve yolculuk boyunca camdan dışarıyı izlerdi.
Yarım saatlik bir yolculuktan sonra ilçelerine vardığında hava neredeyse kararmış olurdu. Köyleri bir anayol üzerinde olmadığı ve köylerine giden bir dolmuş da bulunmadığı için trenden iner inmez koşarak traktör bulabileceği tek yer olan Kepenek Mustafa’nın tamirhanesine koşardı. Şansı varsa bir köylüsüne rast gelir, onun tamir işi bitince köyün yolunu tutarlardı. Çukurlarla kaplı toprak yolda hava yağmurluysa çamura değilse toza toprağa bulanarak, evine varırdı.
***
Çocuk arkadaşlarının hazırlanıp yatmasını sabırla beklerken nöbetçi öğretmen içeri girdi.
-Oğlum yatın artık. Beş dakika içinde herkes yatağa girmiş olsun! dedi ve diğer yatakhaneye yürüdü. Sabahtan beri okulda olan adam belli ki bir an önce çocukları yatırıp evine gitmek istiyordu. Yürüyerek on beş – yirmi dakikalık mesafede olan evine bisikletiyle gidip gelirdi.
Çocuklarınsa uyumaya pek niyetleri yok gibiydi. Birisi Cüneyt Arkın’ın Battal Gazi filmlerindeki sahneleri ranzaların üzerinde yataktan yatağa uçarak anlatırken, bir başkası yanık bir türkü tutturmuştu. Biri başka biriyle baş başa vermiş ballandıra ballandıra bir şeyler anlatıyor, biri ayakkabılarını boyuyor, biri el radyosunda bir frekans bulmaya çalışıyor, biri dolabını düzenliyor bir taraftan da dolabı ortak kullandığı arkadaşının dağınıklığından dert yanıyor, biri hala pijamasını bile giymemiş ortalıkta gezinip duruyordu. Kısacası bir curcunadır gidiyordu.
Biraz sonra nöbetçi öğretmen tekrar içeri girdi. Burnundan soluyordu.
-Bana bakın, biraz sonra tekrar geleceğim. Eğer yatmamış oluşanız size yerleri yalatırım, dedi ve uzaklaştı.
Birkaç çocuk daha yatağına girdi ama hala tam olarak nöbetçinin istediği sessizlik sağlanmamıştı. Birkaç dakika sonra nöbetçi yine kapıda belirdi ve bağırdı:
-Çabuk şurada sıraya geçin. Tek sıra olun. Çabuk!
Nöbetçi öğretmenin tepesi atmış olmalıydı. Tüm yatakhane korka korka nöbetçi öğretmenin önünde sıraya geçmeye başladı. Çocuk da kalktı. Zaten onun yatağının yanında dizilmişlerdi arka arkaya.
En önde Mustafa vardı. Ufak tefek bir çocuktu. Biraz önce Cüneyt Arkın filmlerinden sahneler canlandıran oydu. Çocuk hemen onun arkasında sıraya geçti. Dayağını yiyip bir an önce uyumak istiyordu.
Nöbetçi öğretmen üst sınıflardan bir çocuğu odasına gönderdi:
-Çabuk bana sopamı getir.
-Hangisini Hocam?
-İkisini de!
Nöbetçinin iki sopası vardı. Biri kısa ne kalın, diğeri ince ve uzun. Kısa olan muhtemelen söğüt veya selvi ağacındandı. Uzun olansa zeytin ağacına benziyordu. Çocuk uzun sopayla daha önce dayak yemişti ama kısa olanın henüz tadına bakmamıştı. “Hangisi ile dayak yemek istersin?” diye sorsalar ne cevap vereceğini bilemezdi. “Kırk katır mı kırk satır mı?” sorusu gibi bir şeydi.
Birazdan iki sopa da nöbetçinin elindeydi. Kısa olanı seçti. Uzun olanı sopaları getiren çocuğa verdi. En öndeki Mustafa’nın yanında durdu ve sopayla çocuğun ensesine sertçe vurunca “tok” diye bir ses geldi. Öfkeyle bağırdı öğretmen:
-Domal!
Mustafa “Anam!” diye bağırarak öne doğru eğildi. Bu sefer sopa çocuğun kaba etine indi. Bu sefer “pat” diye bir ses geldi. Çocuk çığlık atarak doğruldu. Öğretmen tekrar sopayı enseye indirdi:
-Domal!
Çocuk ağlayarak eğildi. Sopa tekrar kaba etine indi.
-Git zıbar şimdi!
İki kafaya, iki kabaya toplam dört vuruş. Mustafa ağlayarak üst kat ranzadaki yatağına girip yorganın içinde kaybolurken öğretmen çocuğun kafasına sopayı indirdi:
-Domal!
Çocuk eğilmedi. Sopa ikinci kez ama bu sefer daha sert bir şekilde kafasına indi.
-Domal!
Çocuk eğildi. Kabaya ilk darbe indi. Çocuk doğrulmadı. İkinci darbe daha sert indi. Canı çok kötü yandı. Ağlayarak:
-Ben bir şey yapmadım, diye isyan etti.
-Ben de bir şey yapmadım, diye cevap verdi öğretmen. Ve sopayı tekrar çocuğun kafasına indirdi. O an yer önce yaklaştı sonra uzaklaştı. Çocuğun başı döndü ve yatağın üzerine oturdu. Öğretmen üçüncü çocuğu dövmekle meşgulken ne çocuğun halini ne de yüreğini görebildi. Çocuk, kafasına yediği son darbeyle bir baygınlık geçiriyordu. Kendini yatağına bıraktı. Bir metre önündeki vahşeti sonuna kadar seyretti. Yirmi öğrenciden sadece iki tanesini dövmedi. Onlar güya uslu çocuktu. Peki kendisi uslu değil miydi?
Çocuk olmak ne kadar zordu!
Okuyup adam olmak ne kadar zordu!
Ve en önemlisi: BÜYÜKLERİ ANLAMAK NE KADAR ZORDU!