GERALİ DAYI
İzmir’de bir özel hastanenin kafeteryasındayız. Şeker hastası olan annem tahlil için aç olarak kan verdikten sonra, kahvaltı yapmak için birlikte buraya geldik. Zemin katta, büyük kesme taşlardan yapılmış tavanı yarım silindir şeklinde olan yaklaşık elli metre karelik dikdörtken bir mahzen. İki bin, belki de üç bin yıllık olmalı. Restore edilirken aslına sadık kalınmış ve neredeyse hiç dokunulmamış. Kapı, pencere hiçbir şey yok. Mahzen o kadar derindeki telefon bile çekmiyor.
Annemi hastane stresinden kurtarmak ve bir sohbet konusu açmış olmak için bilgiçlik yapıyorum:
-Anne, biliyor musun burası eskiden zindanmış. Şimdi kafeterya olarak işletildiğine bakma. Kim bilir ne acılar çekildi bu karanlık odalarda?
Ben daha cümlemi tamamlamadan iştahla mercimek çorbasını içmekte olan annemin yüzü bir anda dalgalandı. Ağlamaklı, mahsun bir hâl aldı. Kaşığı elinden bıraktı. Başörtüsünün ucuyla yaşaran gözlerini sildi. Ardından da derin bir iç geçirdi:
-Gerali Dayıcığım da kurşuna dizilmeden evvel burada yatmıştır zar?
Bunu nasıl da düşünememiştim. Durup dururken üzmüştüm zavallı kadıncağızı. Annemin Birinci Dünya Savaşı’nda iki dayısı seferberlikte askere alınmış ve büyük bir dram böylece başlamıştı.
Sadece onları mı? Eskilerin anlattığına göre köyden 56 kişi savaşa gitmiş ve geriye sadece 3 kişi dönmüştü. Dönenlerin birisi de babamın babası yani büyük dedem Bodur Mahmut. O da başka bir hikaye…
Kan tahlilini iki saat sonra alacaktık. “Madem girdik bu konuya, bu tarihi yerde bir kere daha anlattırayım anneme Gerali Dayının hikayesini” diye düşündüm ve:
-Anne, bir daha anlatsana şu hikâyeyi, dedim. Uzun zamandır dinlemedim senden. Hem unuttuğum yerleri tekrar hatırlamış olurum.
Annem hep sevmiştir atalarının hatıralarını, hikâyelerini anlatmayı. Belki de adlarından ve hatıralarından başka geride hiçbir şey bırakmamış olan, o zor yılların kara talihli insanlarını onurlandırmanın, onların trajik hayatlarına bir anlam katmanın tek yolu bu olduğu için.
***
“Gerali Dayım o zaman 20 yaşındaymış. Kardeşi Hüseyin ise on sekiz. Gerali dayım daha bir yıllık evliymiş. Bir de yeni doğmuş kızı varmış. Hüseyin dayımsa henüz nişanlıymış. Kezman Ninen ise daha küçükmüş dayılarım askere gittiklerinde: 7 yaşındaymış.
Gerali Dayım çok yakışıklı bir gençmiş. Zaten asıl adı Mehmet Ali’ymiş. Yakışıklılığından “Gerali” derlermiş. Becerikliymiş de… Boş kalsa, hemen kendi elleriyle saz, kaval gibi müzik aletleri yapar, çalıp söyleyerek köyün gençlerini oynatmaya başlarmış. Musa Dedem de bundan hiç hazzetmez, yaptığı aletleri kırar atarmış.
Dedem çok sert bir adammış. Herkes ondan çekinir, karşı karşıya gelmek istemezmiş. Hatta bu yüzden lakabı “Kuyruklu Musa” imiş. (“Kuyruklu” akrep demek.)
Çadırları Akyar’daymış. O yıllar daha yörüklük yılları. Herkesin hayvancılık yaptığı yıllar. Koyun, keçi, sığır, deve… Her çeşit hayvanın da, yokluğu, fakirliğin de birlikte olduğu yıllar.
Yazın Afyon, Ödemiş taraflarına yaylaya gidiyor, kışın Barutçu’da duruyorlarmış.
Sonra onca sıkıntıları yetmezmiş gibi Birinci Cihan Harbi çıkmış. Ardından da seferberlik ilan edilmiş. O zamanlar Bizim buralar hep Kuşadası’na bağlıymış. Mahkemeye, askerlik şubesine hep Kuşadası’na gidiliyormuş.
Jandarmalar gelip 18 yaşından büyük kim varsa, gençlerin hepsini toplamışlar. Gençler boynu bükük gözleri yaşlı yola düzülmüşler. Hepsi de bir bilinmeze gittiklerinin farkındalarmış
. Gidecekleri gün kız kardeşleri vefat etmiş. Onu mezara koyup öyle yola çıkmışlar. Böyle yaslı bir günde ayrılmışlar ailelerinden.
Jandarmalar 56 tane genci önce Kuşadası’na götürmüşler. Orada bir eğitim verildi mi verilmedi mi bilen yok. Daha sonra dağıtım yapmışlar. Kimi Yemen’e, kimi Çanakkale’ye, kimi Galiçya’ya, kimi Hicaz’a, kimi, Suriye’ye, kimi Doğu Cephesine… Giden gelmemiş zaten. Geri gelen sadece üç kişi olmuş. Onun da ikisi deveci, biri jandarmaymış. Savaşa katılanlardan bir tane dönen olmamış.
Hüseyin Dayımın iki mektubu gelmiş. Sonra mektupların ardı kesilmiş. Ne olduğunu bilen yok. Şehit mi, gazi mi, esir mi?
Gerali Dayım memleketten bir tanıdığı ile beraber aynı cepheye gönderilmiş. Hangi cephe olduğu, hangi şehir olduğu belli değil. (Muhtemelen Doğu Cephesi)
O yıllarda asker içinde firar etmek de çok yaygınmış.* Dayım da nasıl olduysa arkadaşı ile beraber firar etmiş. O zamanlar firarın cezası idam. Yakalanmamaları lazım. O yüzden gece yürüyerek, gündüz saklanarak Afyon üzerinden İzmir’e doğru yola çıkmışlar.
Yaylaya gidip gelirken kullandıkları yolu bulmuşlar. Yolda tanıdıklarıyla da karşılaşmışlar. Bizimkilere:
- Burada durun. Sizinkilerin yaylaya gelmelerini bekleyin, yolda yakalanırsınız. Yakalanırsanız kurşuna dizilirsiniz, deseler de bunlar dinlememişler. Yola devam etmişler.
Yolda, Musa Dedemin pekmez aldığı bir köy varmış. O köye, pekmez aldıkları eve uğramışlar. Hane sahibi misafirlerini sofraya davet etmiş. Onlara:
-Siz yemeğinizi yiyedurun, benim küçük bir işim var, deyip ayrılmış.
Dayım adamın hemen ayrılmasından şüphelenmiş. Arkadaşına:
-Kalk, kaçalım! Bu adam bizi yakalatacak, demiş.
Bunlar daha köyün dışına çıkamadan atlarla peşlerine düşüp ikisini de yakalamışlar. Ayrı ayrı odalara ikisini de kilitlemişler. Ertesi gün jandarmaya teslim edeceklermiş. Arkadaşı o gece bir yolunu bulup kaçmış. Muhtemelen kapının kilidini kırmış. Kendi kaçmış ama dayıma yardım etmemiş.
Ertesi gün Dayımın ellerini bağlayarak bir bekçi nezaretinde jandarmaya teslim edilmesi için kasabaya göndermişler.
Yolda dayım her ne kadar bekçiden kendini serbest bırakmasını istese de; jandarmaya teslim edilirse kurşuna dizileceğini, karısının dul ve yeni doğmuş bebeğinin yetim kalacağını anlatsa da adamı ikna edememiş. O da bir yolunu bulup bekçiyi öldürmüş ve cesedini çalıların içine atıp kaçmış. Kaçarken kimlik belgesini bekçinin üzerinden almayı akıl edememiş.
Dayım artık kaç gün sürdüyse onca yolu yürüyüp ailesine kavuşmuş. Kavuşmuş kavuşmasına ama en kısa zamanda yakalanacağını da biliyormuş. Aslında o sıralar dağlar asker kaçaklarıyla doluymuş. Bir kısmı eşkiyalığa da başlamış. Dayım böyle bir şeye tenezzül etmemiş. Kim bilir belki de vicdan azabı onu böyle davranmaya itmiş. Gerçekten de kısa süre sonra jandarmalar izini bulmuşlar. Jandarmaların geldiğini gören annesi:
-Yavrum kaç, jandarmalar geliyor, dese de:
-Kaçmayacağım ana! demiş. Kaderine razı olmuş.
Jandarmalar koluna kelepçeyi takıp İzmir’e getirmişler. Basmane’de bir zindana kapatmışlar. Musa dedem bir kere ziyaretine gitmiş. Elbise, çamaşır, çökelek, yufka, bir şeyler hazırlayıp götürmüş.
Dayım o zindanda 9 ay yatmış. Belli ki bu sürede mahkemesi falan olmuş. Dendiğine göre 94 kişinin idamına karar verilmiş. Sonra dedeme kurşuna dizileceği haberi gelmiş. Dedem ikince kere gene Selçuk’tan trene binip ziyaretine gelmiş. Küçük oğlundan iki mektuptan sonra bir daha haber alamayan yüreği yanık dedem bir de büyük oğlunun acısıyla yanmış.
Barutçuya geri döndüğünde dana gibi böğüre böğüre boğaza doğru giderken görmüşler dedemi.
15 gün sonra bir paşa: “Bir yiğit 20 yılda yetişir. Cephedekini gavur kırar, kaçanı biz kırarız. Bu böyle olmaz.” demiş. Ondan sonra af ilan edilmiş ama dayıma bir faydası olmamış.”**
***
Annemin hikayesi burada bitiyor.
Daha sonra nasıl oluyorsa ortaya bir türkü çıkıyor. Annemin dediğine göre hapishanede bir arkadaşı Gerali’ye idamından sonra bir türkü yakmış. Bu türküyü radyoda iki kere ben de dinledim. Annem ve babamın gözyaşlarıyla, adeta radyoya yapışarak dinledikleri bu türküyü daha sonra çok araştırdım ama izine bir türlü ulaşamadım. Radyoda “Kuşadalı Gerali Türküsü” adıyla anons edilen bu türküyü hala bir gün bulacağım ümidiyle yaşıyorum. Bu türkünün kaydını bulup anneme dinletebilirsem ona hayatının en büyük mutluluğunu yaşatacağımı biliyorum.