GÖK EKİNİ BİÇMİŞ GİBİ
(Yıllar önce hakkın rahmetine kavuşmuş olan öğrencim Erdal YELALDI’nın aziz hatırasına)
Zannediyorum 1995 yılının Mayıs ayıydı. İzmir’in küçük ve şirin bir ilçesi olan Kiraz’da Hüseyin Sarı Çok Programlı Lisesinde beş yıldır görev yapıyordum. Okul ilçenin dışında, iki kilometre kadar ilerisinde bir yerdeydi. Yanlış hatırlamıyorsam 500 civarında öğrencisi vardı. İlçe merkezinden gelen öğrencilerin yanında çevre köy ve kasabalardan gelen öğrenciler de öğrenim görüyorlardı.
O zamanlar çiçeği burnunda genç ve idealist bir öğretmendim. Okulumu ve öğrencilerimi çok seviyor adeta bir ibadet aşkıyla görevime dört elle sarılıyordum. Onlarla sadece derslerde değil her fırsatta diyalog içinde olmaya çalışıyor, kendimce faydalı olacağına inandığım kitapları da okumaları için tavsiyelerde bulunuyordum. Derslerim bitse bile evime gitmiyor, okulun kantinine oturup öğrencilerle sohbet ve muhabbet ediyor saatlerce orada eğleşiyordum.
Beni çok seven, teneffüs aralarında sık sık yanıma gelen sarışın, yakışıklı, daima gülen çehresiyle hatırladığım Erdal YELALDI isminde bir öğrencim vardı. Bu sohbet ve muhabbet halkamın müdavimlerindendi. Yiğit mi yiğit, daima pırıl pırıl giyinen, saçları taralı, tertipli düzenli, ibadetlerine duyarlı bir delikanlıydı.
Okulun kapanmasına bir ay gibi bir süre kalmıştı. Erdal ortalarda görünmüyordu. Garip bir durum vardı sanki. Aynı köyden gelip giden bir öğrenciyi çağırıp sorduğumda “Hocam Erdal dün hastaneye kaldırıldı” demesin mi. Gözüm fal taşı gibi açılmıştı. Telaşla “Neyi varmış evladım” deyince kısaca olanları aktardı. Meğer Erdal o günlerde ilçeye yansıtıcısı yeni kurulmuş bir televizyon kanalını izlemek için evlerinin çatısına T anten dediğimiz bir anteni takmak gayesiyle çıkarken merdivenden düşmüş. Fenalaşınca da önce ilçe devlet hastanesine daha sonra da İzmir Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesine kaldırmışlar.
Yüreğim hop etti, bir anda Erdal’la olan tüm hatıralarım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Demek ki durum çok ciddiydi ki bir büyük hastaneye nakledilmişti. Bir hafta kadar Erdal okula gelmedi, sırası boş kalmıştı. Umutla onun sağlık haberlerini bekliyorduk ki bir ikindi vakti okulun dağılma saatlerinde bir haber geldi. “Erdal ölmüş!..”
Aman Allah’ım, bu nasıl olur, inanması oldukça zordu. Ciddi bir hastalığı olabilirdi ama bir anda ölümü getiren sebep neydi? Nihayet işin aslını köyünden gelen bir öğrenci anlattı. Erdal o gün merdivenden çıkarken başı dönmüş ve fenalaşınca hastaneye kaldırmışlar. Daha önceleri de zaman zaman başı şiddetle ağrır fakat bir müddet sonra iyileşirmiş. Hastanede yapılan tetkikler sonucu beyninde kötü huylu bir tümörün olduğu ve çok yayıldığı anlaşılmış. Merdivenden de tümörün etkisiyle düşmüş ve fenalaşmış.
Acı haber okula bir anda yayılmış ve sanki yıldırım etkisi yapmıştı. Haberi duyan öğretmenleri, arkadaşları gözyaşlarına boğulmuştu. Hemen idareciler, öğretmenler ve öğrencilerden oluşan 25-30 kişilik bir grup olarak dolmuş çağırdık ve Erdal’ın 6 km. ilerdeki köyüne gittik.
Köylerine (Karaburç’a) vardığımızda hava kararmaya başlamıştı. Bütün köy halkı cenaze evinin etrafına toplanmış, köyün imamı İshak Hoca cenazeyi çoktan yıkamaya başlamıştı. Dolmuşla evin önüne vardığımızda sonradan Erdal’ın ninesi olduğunu öğrendiğimiz yaşlı bir kadın yanık bir sesle “Erdal’ım, yavrum kalk öğretmenlerin, arkadaşların geldi, bir hafta sonra bize diplomanı getirecektin, bu yaşta bizleri bırakıp da nereye gidiyorsun” diye bir ağıt tutturmasın mı? Olduğumuz yerde donup kalmıştık. Dakikalarca hıçkıra hıçkıra ağladık.
Bir ara akşam namazını kılmak için Erdal’ın oturduğu tek katlı küçük eve girmek durumunda kaldık. Ev üç odadan oluşuyordu. Öbür odalar dolu olduğundan bizi Erdal’ın odasına buyur ettiler. Odanın tabanı bir kilimle kapatılmış, yan tarafta ise basit bir karyoladan başka bir şey görünmüyordu. Fakirlik tüm çıplaklığıyla kendini hissettiriyordu. Bir ara karyolanın yaslı olduğu duvarda A4 kâğıdına tükenmez kalemle Arapça yazılmış (daha doğrusu benzetilmeye çalışılmış) bir levha gözümüze çarptı. Bu Erdal’ın kendi elleriyle yazıp astığı Fatiha Suresi’ydi.
Akşam ezanından biraz sonra cenaze hazırlanmış sevenlerinin omuzunda kabristanın yolunu tutmuştu. Mezarlık köyün hemen kıyısındaydı. Ortalık fazla kararmadan cenazeyi defnettik. Fatihalar ve Yasinlerle Erdal’ı ebedi âleme yolcu ettik. Ailesine başsağlığı dileyerek köyden ayrılırken hepimizin aklında genç yaşında bir fidan gibi aramızdan ayrılan Erdal vardı.
Aradan yıllar, yıllar geçti. Ancak ne zaman bir genç cenazesi görsem zihnimde Erdal’ın hayali canlanır ve gözyaşlarıma hâkim olamam. Yunus Emre’nin, şu şiirini daha ömrünün baharındayken ölen Erdal dibi yiğitler için yazdığını düşünürüm.
Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi
Şol göz yumup açmış gibi
İşbu söze Hak tanıktır
Bu can gövdeye konuktur
Bir gün ola çıka gide
Kafesten kuş uçmuş gibi
Bu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi
Öğretmenler Günü münasebetiyle canlanan hatıralarımın belki de en can yakanının kahramanı olan Erdal’ı tekrar hayırla yâd ediyor, Allah’tan rahmetler diliyorum.
Sevgili dostlar, Erdal’ıma bir Fatiha göndereceğinizi umut ediyor ve tüm öğretmenlerin Öğretmenler Gününü kutluyorum.
Mustafa ÇAĞIRAN
Selçuklu / KONYA