RIDVAN
Rıdvan yağmurlu, soğuk bir Mart günü dünyaya geldi. O yılın sonunda, soğuk bir sonbahar sabahı aramızdan ayrıldığı ana kadar, bir kuzu gibi değil bir kardeşimiz gibi sevildi.
Takvimlere göre ilkbahar gelmiş olsa da havalar henüz tam ısınmamıştı. Soğuklar “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” sözünü haklı çıkarmak istermiş gibi inatla devam ediyordu. Gökyüzü kara kara bulutlarla kaplanıyor ve o bulutlar günlerce gitmiyordu. Ara sıra serpiştiren yağmur, soğuğu daha bir çekilmez kılıyor ve köyün eğri büğrü sokaklarını çamur deryasına çeviriyordu.
O yıllarda herkes gibi bizim de ağılımızda daima 10 -15 koyun olurdu. Kurban bayramında kesmek için kurbanlık koç satın almamak için mi, paraya sıkışıldığında satıp üç beş kuruş kazanmak için mi, etinden, sütünden, yününden yararlanmak için mi, göçebelikten yerleşik hayata yeni geçen köyümüzün vazgeçemediği eski bir alışkanlığı olduğu için mi bilemem ama evinde koyun, keçi, inek olmayan aile neredeyse yoktu.
Bahar hayvanların doğum ayıdır. Ağıldaki koyunlarımızın da doğumları yaklaşmıştı. Babam, artık doğum vaktinin geldiğini düşünerek koyunlardan ikisini ağıldan çıkarıp samanlığa almıştı. Çünkü doğum zamanı gelen koyunlar samanlığa alınır, kuru bir ortamda doğumlarını yapmaları sağlanırdı. Bu gerekliydi çünkü kış aylarında koyun ağılının zemini daima çamur gibi hayvan gübresiyle kaplı olurdu. Sadece duvar diplerinde birazcık kuru yerler kalırdı. Böyle bir ortamda gerçekleşen doğum, hem doğan kuzu, hem de anne koyun için büyük bir eziyet olurdu. Bazen, gece ağılda doğan kuzuların diğer koyunlar tarafından yanlışlıkla ezilip öldürüldüğü bile olurdu.
Biz 70’li yılların başlarında doğan kuşaktık. Köyümüze elektrik geldiğinde ikinci sınıfa, su geldiğinde beşinci sınıfa gidiyordum. Neredeyse her evde bir yaşıtım vardı. Her ailenin en az dört – beş çocuk olurdu. Çünkü nüfusun çok fazla olması iş gücünün de çok olması demekti. Çünkü köy hayatında her yaştaki insanın yapabileceği bir iş mutlaka bulunurdu. 5 yaşındaki çocuktan 80 yaşındaki ihtiyara kadar herkes bir işin ucundan mutlaka tutardı.
Tüm köy çocukları birbirimize benzerdik. Ayaklarımızda lastik çizmelerimiz, üzerimizde siyah önlüklerimiz, yamalı pantolonlarımız, üç numara kesilmiş saçlarımız ve soğuktan çatlamış ellerimizle mahcup, çilekeş köy çocuklarıydık.
Çocuklar olarak her gün yapmak zorunda olduğumuz işlerden biri, belki de en önemlisi ağıldaki koyunların ve ahırdaki ineklerin her türlü bakım işlerini yapmaktı. Neydi bunlar? Sabah ve akşam saman damından keletir sepetlere doldurduğumuz samanları ahırlara dökmek, samanı iştahla yemeleri için samanın üzerine küspe veya kepek serpmek, ardından da o gün biriken gübreleri el arabasına doldurup gübreliğe kadar götürüp dökmek.
Bu işler bittiğinde eğer büyüklerimiz yeni bir iş vermezlerse köyün yaslandığı dağa salep, bilindik ismiyle orkide kökü toplamaya koşardık. İlçede pazarın kurulduğu Cumartesi gününe kadar yarım kilo salep kökü toplayabilirsek pazar harçlığımız da çıkmış olurdu.
***
Rıdvan’ın doğduğu gün, iki sınıflı köy okulumuzda yine dersler bitmiş, paydos zilini duyan her çocuk gibi neşe içinde evlerimizin yolunu tutmuştuk.
Eve kadar koşarak geldim. Hemen samanlığın kapısını açtım. Koyunlardan birisi doğurmuştu. İki tane kuzucuk titrek bacaklarıyla ayakta durmaya çalışıyor, anneleri ise kuzuların ıslak yünlerini kurutmak için yavrularını yalayıp duruyordu.
Bütün anne hayvanlar böyle yaparlardı. Yavruların doğdukları zaman ıslak ve yapış yapış olan vücutlarını şevkatli yalamalarıyla kuruturlardı. Adeta tarakla taranmış gibi dalgalı bir şekil alırdı. Hatta o yıllarda saçlarını özenle taramış arkadaşlarımıza “Saçlarını koyunlar mı yaladı” diyerek kızdırırdık.
Kuzuların yanına çömeldim. Yavrularını her türlü tehlikeye karşı korumak için tetikte bekleyen anne koyun benim onları sevmeme ses çıkarmadı.
Bu sırada babam samanlığın kapısından içeri girdi. O, doğum yapan bu koyunun en az üç kuzu doğurmasını bekliyordu. Görünen o ki, eski bir çoban olan babam bu sefer doğru tahmin edememişti. Ben bu fırsatı kaçırmamak için:
- Hani üç kuzu doğacaktı? Bu sefer bilemedin, dedim.
Bir kahkaha attı:
- Kim demiş bilemedim diye? Üç kuzu doğurdu ama birisi ölü doğdu. Şimdi damın üzerinde.
Eğer bir kuzu ölü doğarsa, damın üzerine atılırdı. Böylece köpeklerin ölü kuzuyu yiyerek kuzu etine alışmaları engellenirdi. Eğer bir köpek ölü kuzu eti yemeye alışırsa canlı olanları da yemeye başlayabilirdi. Böyle bir durumda da artık o köpeği vurmaktan başka çare kalmazdı.
Dışarı çıktım. Evet, damın üzerinde küçük, zayıf bir kuzu ölüsü yatıyordu. Öylesine fırlatılıvermişti. Kafası, bacakları hepsi ayrı bir taraftaydı. Başı kırmızı kiremitlerin üzerinde aşağıya doğru sarkmıştı. Onu böyle görünce yüreğim cız etti. Zavallı kuzucuk daha hayat yolculuğuna başlayamadan, yolun en başında bir kenara atılıvermişti.
***
O gün salep toplamaya gitmedim. Doğan kuzulara sevinmiştim ama ölü doğan kuzu tüm neşemi alıp götürmüştü.
Artık akşam olmak üzereydi. Sobada yakmak üzere odun kırmam gerekiyordu. Benim için bir hayli ağır olan baltayla kalın bir ağaç gövdesini kesmeye çalışırken 4 yaşındaki kardeşimin çığlığı ile irkildim.
- Kuzu ölmemiş, kıpırdıyor. Kuzu ölmemiş, kıpırdıyor, diye bağırıp duruyordu.
Benden bir yaş büyük olan ağabeyim hemen samanlığın damına tırmandı. Kuzucuk çatıda melemeyle inleme arası bir ses çıkararak çırpınıp duruyordu. Adeta bir mucize yaşanıyordu. Öldü sanılan kuzucuk tekrar hayata dönmüştü.
Zavallıyı hemen çatıdan indirip, kuru bezlere sardık. Sobanın yanına yatırdık. Isındıkça kendine gelmeye başladı.
Biraz ısınıp canlanınca heyecan içinde annesinden süt emmesi için samanlığa götürdük. Anne koyun diğer iki yavrusuyla ilgileniyordu. Kuzunun süt emmesi için de kadar uğraştıysak da olmadı. Ne anne sütünü vermek istiyordu, ne de kuzucuk emmeyi becerebiliyordu. Son çare olarak anne koyunun sütünü sağıp, biberonla içirmeyi denedik. Güç bela birkaç damla sütü boğazından geçirmeyi başarabildik. İlk gün böyle geçti.
Ertesi gün de annesini emmesi için uğraştık ama annesi kabul etmedi. Tekme atıyor, zıplıyor, tos vuruyordu. Sanki bu onun kuzusu değildi.
Aslında bu sık rastlanan bir durumdu. Bazen doğum yapan hayvanlar bu şekilde davranır, adeta kendi yavrusunu tanımaz olurlardı. Böyle durumlarda, o yavrunun biberonla bizim tarafımızdan beslenmesinden başka çare kalmazdı.
İşte bu durumda bize gün doğardı. Besleme bir kuzumuzun olması, biz çocuklar için harika bir şeydi. Çünkü kuzuları beslemek o kadar eğlenceli olurdu ki, bazen bu konuda ağabeyimle kavga ettiğimiz bile olurdu.
İçine ılık süt konmuş, ağzına bir emzik geçirilmiş süt şişesiyle daha yanına yaklaşmadan, kuzu üzerinize atılırdı. O kadar heyecanlı olurlardı ki, beş - on saniye emziği bulup ağzına bile alamazlardı. O zaman biz çenesinden tutar emziği ağzına almasına yardım ederdik. Bu sırada kuyruğunu çılgınlar gibi sallar ve birkaç saniyede bir şişeye burnuyla tos vurarak adeta annesinden daha çok süt gelmesini sağlardı. Aslında ortada anne falan yoktu tabii. Kim bilir, belki de bizi anneleri zannederlerdi.
Besleme bir kuzumuzun olmasını çok istememize rağmen, belki de ilk defa bu kuzucuğun besleme bir kuzu olmamasını ve annesi tarafından kabul edilmesini gönülden istedik. Fakat olmadı. Annesi onu asla kabul etmedi.
Adını Rıdvan koyduk. Çünkü Fenerbahçeli yıldız futbolcu Rıdvan çok iyi futbolcu olmasına rağmen ufak tefek, sıska bir futbolcuydu. Ve sık sık da sakatlanırdı. O gün için, bu sıska, hasta kuzuya bu ismi vermek bize harika bir fikir gibi gelmişti. Hem de dişi olmasına rağmen…
***
Günler geçiyor, Rıdvan yavaş yavaş kendini toparlıyordu. Annem, yumurta sarısına parmağını batırıyor sonra da yumurtalı parmağı kuzuya emdiriyordu. Yavaş yavaş süt içmeye de başlamıştı.
Yaklaşık bir hafta sonra yürümeyi başardı. Kuzuların doğumdan sonraki ilk bir saat içinde yürüyebildiklerini göz önüne alırsak, bu bir haftanın aslında ne kadar uzun bir zaman olduğunu sanırım tahmin edersiniz.
Rıdvan artık kucaklardan inmiyordu. Geceleri bile sobanın başında uyuyor, biberondan bol bol süt içiyor, keyifli keyifli meliyordu. Bu sırada Nisan ayı da gelmiş, havalar iyice ısınmıştı. Babam bazen:
- “Bu kuzu, koyun falan olmaz. Kış gelince de ölür. Biz en iyisi bunu keselim.” derdi.
Biz ise hep bir ağızdan:
- “Kesinlikle olmaz. Biz ona bakarız. Hem sana ne zararı var!” der, onu bu düşüncesinden vazgeçirmeye çalışırdık.
Şimdi düşünüyorum da, bizim bu tepkimizi görmek galiba babamın hoşuna gidiyordu da bunun için bize böyle söylüyordu. Belli ki çok eğleniyordu.
Köylerde küçük ve büyükbaş hayvanlar asla başıboş bırakılmazlar. Çünkü, başkalarının bahçelere zarar verebilirler, başkalarının hayvanlarıyla kavgaya tutuşabilirler, kaybolabilirler... Fakat Rıdvan’n durumu farklıydı. O hiç bir zaman bir iple bağlanmadı. Bir yere kapatılmadı. Hatta karnını keyfince doyursun diye sebze bahçenin içine özellikle bırakıldı.
Geceleri evin köpeği gibi kapının önüne kıvrılıp yattı. Yediğimiz kavunun karpuzun kabuklarını ilk önce o yedi. Öğün aralarında acıktığımızda kuru kuru yediğimiz köy ekmeğinin yarısı onundu. Sebze bahçesinin en dokunulmamış köşelerinde yetişen tazecik otlar onundu.
Aradan aylar geçti. Bir gün Rıdvan’ın hiç yerinden kalkmadığını, devamlı yattığını fark ettik. “Acaba hasta mı?” derken gerçek anlaşıldı…
Rıdvan’ın ayakları yanmıştı. Olay şöyle gerçekleşmişti:
O yıllarda henüz çamaşır makineleri o kadar yaygın değildi. Köy kadınları çamaşır yıkayacakları zaman bahçede bir ateş yakıp, büyük bir bakır kazanla su ısıtırlar, çamaşırı o suyla elde yıkarlardı.
Meğer bir gün önce annem yine çamaşır yıkamış. İşi bitince zavallı kuzucuk artık sönmüş olan ama hâlâ içinde korlar bulunan küllerin içine doğru yürümüş. Daha henüz tam olarak sertleşmemiş, kıkırdak halinde olan ayak tırnakları yanmış. Ayak tabanları yanan kuzucuk meğer bu yüzden ayağa kalkamıyormuş.
Durum anlaşılınca bütün aile seferber oldu. Hemen merhemler sürüldü, sargılar sarıldı. Rıdvan, krallar gibi bakıma alındı. Yiyeceği ayağına getirildi. Suyu kucağımızda içirildi. Biberonuna konan süt miktarı bile arttırıldı.
Bir hafta on gün geçmeden Rıdvan’ın yaraları iyileşti ve tekrar ayağa kalktı. O günlerde babam yine onu kesmekten bahsetmeye başladı. Biz ise yine aynı gerekçelerle onu kararından vazgeçirmeye çalıştık.
Aradan bir ay geçmemişti ki Rıdvan yine yerden kalkmaz oldu. Bu sefer de arka ayağı kırılmıştı. Bunun nasıl olduğunu kimse anlayamadı. Belki birisi taş atmış, belki de ineklerden birisi basmıştı. Kırık çok yukarıdaydı. Bağlamanın, seyik yapmanın çaresi yoktu. Rıdvan’ı yine yattığı yerde besliyor, ayağını kıpırdatmamasını sağlamaya çalışıyorduk. Artık iyileşeceğinden yana bizim de pek umudumuz yoktu. Babam yine onu keserek acılarına son vermekten bahsetmeye başlamıştı ki Rıdvan iyileşip ayağa kalktı. Bu bizim için adeta bir mucizeydi. Sevincimizden deliye dönmüştük. Ayağı kendi kendine iyileşmişti.
Sonbahar yaklaşmıştı. Baharda doğan kuzular ve tabii Rıdvan’ın kardeşleri de büyüyüp serpilmişler, neredeyse annelerinin boyuna gelmişlerdi. Rıdvan ise onlara nazaran küçücük kalmıştı. Sanki doğdu doğalı hiç büyümemişti. Artık yağmurlar başlayacak havalar soğuyacaktı. Rıdvan için hayat daha da zorlaşacaktı.
Bir sabah Rıdvan bizi yine üzdü.
Bahçede, başı yukarıda dolaşıp durduğunu fark ettik. Bu sefer rahatsızlık gözlerindeydi. Gözlerinin siyah olan kısmına bir duman inmişti sanki. Eski Türk filmlerdeki âmâlar gibi gri gri bakıyordu. Daha doğrusu, bakamıyordu; kör olmuştu. Ama niye? Bunun cevabını da kimse bilmiyordu.
Bu sırada okullar açıldı. Günün yarı zamanı okula gidiyor, geri kalan zamanda da hasat zamanı gelmiş olan pamuk tarlalarına pamuk toplamaya gidiyorduk. Rıdvan’a ayıracak çok zamanımız olmuyordu. Onu, genellikle evimizin avlusunda bulunan ve içine tavukların girmemesi için etrafları çitlerle çevrili olan sebze bahçesine bırakıyorduk. Başı yukarıda etrafı koklayarak bulduğu otlarla karnını doyurmaya çalışıyordu. Biz onunla sadece akşamları geç vakit eve geldiğimizde ilgilenebiliyor, sevip okşuyor, karnını doyuruyor, sonra da üşümeden geceyi geçirmesi için samanlığa bırakıyorduk.
Kış yavaş yavaş yaklaşıyordu. Rıdvan için hayat her geçen gün daha da zorlaşacaktı. Geceleri üşüyecek, karnını doyurmakta daha da zorlanacaktı. Üstelik bu sefer rahatsızlığının geçme ihtimali de yoktu.
Onu diğer koyunların arasına da koyamıyorduk. Çünkü ona bir yabancı gibi davranıyorlar, tos vurup yanlarından uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.
Zaten Rıdvan’ın da onları aradığı yoktu. Belki de kendisinin bir koyun olduğunun bile farkında değildi. Hayvanlar arasında tek dostu evimizin köpeğiydi. İkisi, güneş gören kuytu bir yer bulur ve sırt sırta verip uyurlardı.
Rıdvan’a olan sevgimiz her geçen gün bir acıma duygusuna dönüşmeye başlamıştı. Şimdi düşünüyorum da, o günlerde babam bir kere daha onu kesmekten bahsetse sanırım kimse itiraz etmeyecekti.
Genellikle samanlıklara pek hayvan koyulmazdı. Koyulsa da çok iyi bağlanırdı. Çünkü buralarda yem çuvalları bulunurdu. Hayvanlar eğer bu yem çuvallarına ulaşır ve bol miktarda yerlerse, ölürlerdi.
Halk dilinde bu duruma “tenelemek” denirdi ve sık sık karşılaşılan bir durumdu. Özellikle buğday tarlaları biçilip, hasat kaldırıldıktan sonra, geride çok başak kalmışsa, bir çok hayvan, daha çok da koyun ve keçiler bu yüzden “teneleyip” ölürlerdi.
Doğum yapan koyun ve sığırlar kendilerini toparlayana dek samanlığa konulduklarında çok dikkatli olunur, hayvan bir iple çuvallardan uzak bir yere bağlanırdı.
Bir sabah annem, hayvanlara yem vermek için samanlığa girdiğinde Rıdvan’ı yerde hareketsiz halde yatarken bulmuş. Yem çuvalının ağzı da açıkmış. Hemen bize seslendi. Bütün aile samanlığa doluştuk. Rıdvan “tenelemişti.”
O an hepimiz tuhaf bir duyguya kapıldık. Yürek yakan, gözleri yaşartan bir üzüntüyle beraber, utanç veren bir sevinci de aynı anda yaşanmak. Çaresiz bir hastalıktan dolayı büyük acılar içinde kıvranan bir yatalak hastanın arkasından “öldü de kurtuldu!” demek gibi bir şey…
İşte hissettiğimiz buydu. Başa gelene, yüreğiniz isyan ederken; başka bir yolun olmadığının bilinciyle “boş ver, aslında iyi oldu” düşüncesinin aklınızdan geçmesi ve bundan utanç duymanız. Evet Rıdvan ölmüştü ama bir anlamda da çektiği sıkıntılardan kurtulmuştu.
Babam Rıdvan’ı tekrar samanlığın kiremitlerinin üzerine fırlattı. Zaten bir kuzudan farksız olan cılız vücudu aylarca samanlığın damında durdu. Bakışlarımız sık sık damda yatan bu cansız bedene takılırdı. Bize, doğduğu zaman yaptığı gibi tekrar kıpırdamaya başlayacakmış, tekrar canlanacakmış gibi geldi hep.
Ama o bir daha hiç kıpırdamadı.