(1960 yılı başlarına kadar İzmir ve Aydın dağlarında yaşayan Anadolu Parslarının gerçek ve hazin yok oluş hikâyesidir.)
SON PARS
-Bilir misin evlat, bu dağlarda eskiden kaplanlar yaşardı…
-Bilmem mi? Anacığım hep anlatırdı.
-Peki, kaplanları hiç görmüş mü?
-Yok, canlısını hiç görmemiş ama uzaktan kükremesini duymuş. Bir de avcılar son parsı vurduklarında yüzülmüş derisini görmüş. Hepsi o kadar.
İhtiyar arkasına yaslandı. Kasketini sol eliyle hafifçe arkaya doğru iterken sağ elindeki yarısı içilmiş ve artık iyice soğumuş olan çay bardağından büyük bir yudum aldı. Çakır, çipil gözleri ta uzaklara, karşı dağlardaki makilik ormana daldı. Beş on saniye öyle kaldıktan sonra kendi kendine konuşur gibi mırıldandı:
-O son kaplanı vuran avcılardan biri de bendim, dedi.
Bunu bilmiyordum. Aklıma ilk gelen soruyu biraz da canını acıtmak istercesine sordum:
-Pişman mısın amca kaplanı vurduğuna?
-Pişman olunmaz mı? Pişmanım elbet… Ama asıl pişmanlığım yavrularına…
-Yavrularına mı?
Gözlerini bana çevirdi. Yaramazlık yapmış, sonra da pişman olmuş, dokunsan ağlayacak bir çocuğun ifadesiyle baktı. Yıllardır içini yakan bir sırrı ilk defa ifşa eder gibi devam etti:
-Bilir misin evlat, eğer bizim akılsızlığımız olmasa o güzel hayvanlar bugün hâlâ yaşıyor olacaklardı.
Köy meydanındaki asırlık çınar ağacının serin gölgesinde, yaşlı bir köylüyle sohbet ediyordum. Sık sık, sırf yaşlıları dinlemek için bu kahveye gelir, gözüme kestirdiğim bir köylünün masasına oturur, çay söyler, bir muhabbet başlatır sonra da Toros yörüklerinin şivesiyle konuşan bu tatlı amcaların sohbetlerinin akışına bırakırdım kendimi.
Bugünkü sohbet arkadaşım görmüş geçirmiş bir ihtiyardı. Yaşı seksene yakın olmalıydı. Sigaradan sararmış kır bıyıklarını bura bura konuşuyor, kendisini ilgiyle dinlemem onu daha bir keyiflendiriyor, anlattıkça anlatıyordu.
Bu yaşta insanlar dinlemekten çok anlatmayı severler. Sayılı günlerini en iyi şekilde değerlendirip geride kalanlara kendilerinden daha fazla bir şeyler bırakmak istermiş gibi bir halleri vardır. Çok iyi bilirler ki kısa zaman sonra kendilerinden geriye sadece bir mezar taşı ve hatıraları kalacaktır.
Birbirimizi iyi bulmuştuk, ben eskileri dinlemeyi seviyordum, o ise anlatmayı. Çünkü ben hâlâ dinleme çağındaydım o ise anlatma…
Elli yıl öncesine kadar İzmir dağlarında özellikle de Selçuk civarında Anadolu Parsları bolca yaşamışlar. 1950’li yıllarda bizim dağlarda avlanan ve avcılar tarafından Ege Üniversitesi Tabiat Tarihi Müzesine hediye edilmiş olan iki parsın ilaçlanmış, iç organları boşaltılmış yani tahnit uygulanmış hallerini öğrencilerimle gittiğim bir okul gezisinde görmüştüm.
Çocukluğumda doya doya suyunu içtiğim pınarlardan, derelerden benden tam elli yıl önce bu parsların su içmiş olduklarını düşünmek boğazıma bir şeylerin gelip oturmasına sebep olmuştu. Yarım asır önce benim dağlarımdan canları pahasına koparılıp getirilmiş, o günden beri bir vitrin mankeni gibi ziyaretçilerini beklemeyen bu iki pars gözlerimi yaşartmıştı.
Köylüler Anadolu Parsına “kaplan” derlerdi. Kaynaklarda ise pars, leopar ve jaguar adları geçiyordu. “Pars” Farsça, “leopar” ve “jaguar” ise İngilizce adıydı aslında.
İhtiyar anlatmaya devam etti:
-Kaplan çok güzel hayvandı evlat. Bir o kadar da tehlikeliydi. Karşılaşmaktan herkesin ödü kopardı. Kimse tüfeksiz, köpeksiz dağa gidemezdi. Bazen köpekleri de yerdi ya...
-Köpekleri mi?
-Aynı gün benim iki av köpeğimi yediydi.
-Sen ne yaptın?
Bir kahkaha kopardı:
-Ne yapacağım? Kaçtım!
Avcılar başarısızlıklarından bahsetmeyi sevmezler. Eğer bir avcı iki köpeğini birden parsa kaptırdığını, sonra da tabanları yağladığını kahkahalarla anlatıyorsa bu rakibine duyduğu saygıyı gösterir. Konu gittikçe ilginçleşiyordu. Hikâyeyi daha da deşmek istiyordum:
-Kaplanları herkes görür müydü?
İhtiyar saflığıma güldü:
-Kolay mı öyle kaplan görmek. Kendini kolay kolay göstermezdi. İnsandan korktuğundan falan değil ha. Utangaç kız gibiydiler. Ya da tenezzül etmezdi, kim bilir. Az da olsa dağda kaplanlarla karşılaşanlar olurdu. Bir insanla karşılaşırsa hemen yere oturur, gözlerini diker, kuyruğunun ucunu sert bir şekilde sağa sola vurmaya başlardı. Sanki bu karşılaşmadan dolayı canı sıkılır da “Nerden çıktın sen karşıma? Ne olacak şimdi?” derdi. Kolay kolay da saldırmazdı. Mesela bizim dağlarda hiç kimseye saldırmadı. Sonra da birden ortadan kayboluverir, sen donup kaldığınla, elinin ayağının boşaldığıyla kalakalırdın.
Çok da güçlü bir hayvandı. Taylara, deve dorumlarına hatta öküzlere bile saldırdığı olurdu. Öyle pek ortalıkta dolaşmazdı. Çok da iyi gizlenirdi. Gözünün önünde olsa göremezdin. Yumruk kadar taşın ardına bile gizlenir, fark edemezdin. Görenler de sayılıdır zaten. Ben canlısını sadece bir kere gördüm. Bir de yavrularını gördüm.
-Evet, yavrular demiştin. Nasıl, nerede gördün onları?
İhtiyarın yine keyfi kaçar gibi oldu:
-Gördüm ama keşke görmez olaydım.
İhtiyar bardağındaki çaydan son yudumu da alıp kalkmaya davrandı.
-Ben kalkayım artık evlat. Gecikirsem bizim avrat evde meraklanır.
Anlaşılan ihtiyar bu pars yavrularından bahsetmeyi pek istemiyordu. Ama konuyu da kendisi açmıştı. Hikâyeyi böyle yarım bırakamazdı. Israr ettim:
-Yapma amca, bak beni iyice meraklandırdın. Böyle yarım bırakıp gidemezsin. Bir çay daha söyleyeyim. Şu yavru kaplanları da anlat bana.
Ayağa kalkıp gitmek için bastonunu aranmaya başlayan ihtiyar bir an durdu. Düşünceli düşünceli sakallarını sıvazladı. Sonra:
-Haydi, söyle bakalım bir çay daha o zaman, dedi.
Hemen kahveciye seslendim:
-Bize iki çay daha!
İhtiyar çayı beklemeden anlatmaya başladı:
-O zamanlar birçok kişi hâlâ hayvancılık yapıyordu. Köy kurulmuş, devlet toprak dağıtmış, yerleşik hayata geçilmişti ama yörüklük de tam bitmemişti. Köyün yarısı hâlâ dağda, kıl çadırlarda yaşıyordu. Dağdakilerin en büyük korkusu kaplanların hayvanlara saldırmasıydı. Geceleri öküz böğürtüsü gibi sesleri geliyordu kulağımıza. Hayvanlarımıza saldırırlardı bazen. Canımız yanıyordu ama avlamak da kolay değildi. Peşine düşmeye korkardık. Allah’tan Mantolu Hasan diye bir avcı vardı. Sadece o cesaret edebilirdi kaplan avlamaya.
Mantolu Hasan’ı çok duymuştum. Gençliğinde bu civarın en yaman avcısıymış. Çoluk çocuğu olmayan bekâr bir adammış. Anlatılanlara göre buralı değilmiş. Milas tarafından gelmiş. Mübadeleden sonra yerli Rumlar tarafından boşaltılan, daha sonra Balkan göçmenleri yerleştirilen ve şimdi ülkemizin en bilinen turistik köylerden biri olan Şirince köyünde yaşarmış. Çoğu zaman da bizim ovada, Arnavut Tahsin denen bir ağanın çiftliğinde bedel dururmuş. Bir rivayete göre on beş, bir rivayete göre elli tane Anadolu Parsı avlamış. O yıllarda vurduğu bir parsın postunu Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye göndermiş. İsmet İnönü de kendisine bir kırma tüfek hediye etmiş. Bir rivayete göre de artık pars avlamaması için kendisinden söz almış.
Çocukken babamla gittiğimiz ilçedeki avcılar kulübünde görürdüm Mantolu Hasan’ı. Sanırım o zamanlar yaşı 70’in üzerindeydi. “Ne yapıyon be Mantolu?” derdi babam. “Otururum be hoca” derdi rahmetli. Efsane avcı, duvarları kendisinin avcılık günlerine ait siyah beyaz, solmuş fotoğraflarla süslü avcılar kulübü lokalinde siyah, uzun paltosuna bürünmüş, tek başına bir köşede oturur, Romalılardan kalma su kemerlerinin üzerine yuva yapmış, tek ayak üzerinde dinlenen leyleklere karşı çayını yudumlardı.
-Mantolu Hasan ha?
-Mantolu Hasan ya. Korkusuz, becerikli bir adamdı. Devamlı dağlarda dolaşır, kaplan peşinde koşardı.
-Nasıl avlardı kaplanları?
-Herhalde tuzak kurardı. Yoksa kaplanın izini sürmek, onu gezerken görmek, hele de dolma tüfekle vurup öldürmek kolay mı?
-Demek tuzak kurardı? Nasıl tuzaktı bu?
-Kapan.
-Kapan?
-Hayvanın geçeceği patikaya kurarsın. Üzerini dalla, yaprakla örtersin ki hayvan fark etmesin. Hayvanın ayağı değer değmez pat diye kapanır. Kapanın dişleri hayvanın etine gömülür, hatta ayağını kırar. Ondan sonra kolaysa kurtulsun. Ya ayağını koparıp kaçacak ya da avcı gelene kadar kaderine razı olup bekleyecek.
-Kaplanları öldürmek için zehirli et atan da olur muydu? Ben böyle şeyler de duydum. Hatta o zamanlar dağlarda bolca yaşayan kurt, sırtlan, kartal ve akbabaların da zehirli etlerle yok edildiğini duymuştum. dersimiz.com
-Olmuştur mutlaka. Amaç öldürmek olduktan sonra, neden olmasın?
Konu dağılıyordu. Ben gene lafı yavrulara getirdim:
-Peki sen kaplan yavrularını nerede gördün? Hele onu anlatsana.
Yine neşesi kaçar gibi oldu. Derin bir nefes alıp devam etti.
-60’lı yıllardı. İhtilal olmuş, Menderes daha yeni asılmıştı. Artık dağlarda hiç kaplan kalmadığını düşünüyorduk. Yıllardır hiç gören, sesini duyan olmamıştı. Kimsenin sürüsüne de saldırmamıştı. Bir gün Zeytin Köy ile Barutçu Köyü arasında keçiye kaplan saldırmış diye bir haber geldi. Biz de genciz o zamanlar. Aldı bizi bir heyecan. Tüfekleri, köpekleri, kapanları topladık, düştük kaplanın peşine. Geçebileceği her yere kapanları kurduk.
Ertesi sabah tek tek kapanları kontrol etmeye başladık. Tuzakların hepsi boştu. Artık ümidimizi kaybetmeye başlamıştık ki, bir tuzağın bozulduğunu gördük. Kapanın dişleri arasında kopmuş bir kaplan pençesi de vardı. Pençelerini bir görmeliydin, sanki bir jiletti. Kaplan tuzağa yakalanmış, sonra da ayağını koparıp kaçmıştı. Eski avcılardan biri:
- “Kurtulmak için bu kadar çabaladıysa bu kesin yavruludur” dedi.
O zamanlar İzmir Hayvanat Bahçesi yeni kuruluyor. Çevreden hayvan topluyorlar. Eğer bir kaplan yavrusu yakalayıp götürsek çok iyi para vereceklerini de bir yerlerden duymuşuz.
Avcılıkta insanın gözünü kan bürür. Eline tüfeği alıp avın peşine düşersen, daha sonra pişman olacağın şeyleri düşünmeden yapabilirsin. O gün bizim de gözümüzü kan bürümüştü. Kan kokusu almış kurt sürüsü gibi kan izlerini takip ettik. Bir iki saat uğraştıktan sonra yaralı kaplanı bir çam ağacının üzerinde bulduk. Zavallı, topal ayağıyla çıkabileceği kadar yukarı çıkmış ve dalların arasına gizlenmişti. Acıyacak mıyız? Tüfeğini doğrultan tetiğe bastı. Koca hayvan biraz sonra külçe gibi düştü önümüze. Önce hemen yanaşamadık. Öldüğünden emin olunca varabildik yanına. Bir de baktık ki dişi bir kaplan. Üstelik memeleri süt dolu.
-“Buraya kadar geldiğine göre yuvası buralardadır.” dedi biri. Hemen etrafta kaplanın inini aramaya başladık. Biraz sonra da ağacın biraz uzağında aradığımızı ini bulduk. Kimse içeriye girmeye cesaret edemedi. Biz de kapısına ateş yaktık. Biraz sonra içeriden gözleri daha yeni açılmış dört tane yavru çıktı dışarıya.
Keyfimize diyecek yoktu. Hem bir kaplan öldürmüş hem de dört tane yavru yakalamıştık. Hayvanat bahçesi kim bilir ne kadar çok para öderdi bu yavrulara?
Yavruların kedi eniğinden farkı yoktu. Görsen alıp kucağına sevesin gelir. Ben diyeyim on beş günlük, sen de yirmi. Enselerinden tutup bir çuvala doldurduk. Kaplanın da derisini güzelce yüzüp yanımıza aldık. Derisi soyulunca o güzelim hayvandan geriye bir et yığını kaldı. Gençler hatıra olarak saklamak için dişlerini söküp aldılar.
Biz köye ulaşmadan haberimiz ulaşmış. Köylü köy meydanına toplanmış. Aha şu duvara kaplanın derisini gerip çiviledik. Herkes gelip toplandı. Köy meydanı bayram yeri gibi oldu.
Kafama bir şey takılmıştı:
-Kaplan yavrulu olduğuna göre bir de eşi olmalıydı, değil mi?
-Bu hayvanlar sadece çiftleşme zamanı eşleriyle bir araya gelirler. Anne kaplan yavrularını kendisi büyütür. O yüzden etrafta erkeği yoktu.
Aklım erkek kaplanda kalmıştı? Peki o nereye gitmişti? Hiç gören olmamış mıydı?
-Peki erkek kaplan ne oldu? Sonra onu gören olmadı mı?
-Olmaz mı? Onu da birkaç yıl sonra bir keçi çobanı vurdu. Bir sürüye saldırmış. Sürünün köpekleri etrafını sarmışlar. Kaçamamış hayvan. Orta yerde beklemeye başlamış. Çoban da vurup öldürmüş.
Son pars ailesinin hazin öyküsü yüreğimi burkmuştu. İhtiyarın anlatmaktan çekindiği kadar vardı. O günlerde Anadolu parsları köylüler için yok edilmesi gereken bir canavar, sürülere hatta insanlara saldırabilen tehlikeli bir düşman olarak görülebilirdi. Kendi açılarından haksız da sayılmazlardı. Hakikatte ise onlar, nesilleri tükenmek üzere olan ve korumaya alınması gereken nadide bir türdü. Bu toprakların milyonlarca yıllık bir değeri, bir mirasıydılar. Keşke devlet bu konuda bir şeyler yapabilseydi. Keşke her şey doğal seyrine bırakılmasaydı.
Ben bu düşünceler dalmış, kendimce suçlu ararken ihtiyar hikâyesine devam etti:
-Sıra, yavruları hayvanat bahçesine götürmeye gelmişti. Ben o zamanlar köyün gözü açıklarından bilinirdim. “Yavruları hayvanat bahçesine sen götür. Bu işi yaparsan sen yaparsın” dediler. Ben de kabul ettim. Belki de içime bir gurur geldi. Bilmiyorum artık?
Eve gidip kıyafetlerimi değiştirdim. Banyo yaptım, tıraş oldum. Gençlerden biriyle bizim Massey Ferguson traktöre atlayıp yola çıktık. Önce Selçuk’a, oradan da trene binip İzmir’e gideceğiz. O zamanlar Sasalı’daki Doğal Yaşam Parkı henüz yok. Hayvanat bahçesi Kültürpark’ta, fuarın içinde. Basmahane’de trenden indik mi beş dakikalık yol.
-Ee sonra? dedim heyecanla. Aldınız mı paraları?
-Nerdeee? dedi ihtiyar. Adamlar ne yapsın ölü kaplan yavrusunu?
-Ölü mü?
İhtiyarın yine mahzunlaştı. Belli ki büyük bir suçluluk duyuyordu. Sesi titredi gibi geldi bana. Gözleri yine karşı dağlarda, devam etti:
-Ölü ya! Dördü de biz Selçuk’a varana kadar ölmüşler.
-Ama nasıl olur? O kadar kolay nasıl ölürler?
İhtiyar başını eğdi:
-Kendileri ölmediler ki! Biz öldürdük! Yola çıkarken kaplan yavrularını koyduğumuz çuvalı, traktörün egzozunun önüne astıydık. İlçeye varana kadar garipler egzoz dumandan boğulup ölmüşler.
-Deme be!
-Yaa, işte böyle. Biz o gün o akılsızlığı yapmasak, belki de bu kaplanın nesli hiç tükenmeyecekti.
İhtiyar duygulanmıştı. Çok vicdan azabı çekiyordu. Teselli etmek istedim:
-Olacağı varmış, sıkma canını be amca, dedim. Acı acı gülümsedi:
-Belki dağlarda olmazdı ama en azından hayvanat bahçelerinde yaşayabilirlerdi be evlat. Biz de bir yakınımızı ziyarete gider gibi kalkar ziyaretlerine giderdik. “Bizim dağın kaplanı” der gururlanırdık. Beceremedik. Elimize yüzümüze bulaştırdık.