YAYIN
Hayatım boyunca yakaladığım en büyük balığı nasıl yakaladığımı anlatacağım şimdi size.
Daha sekiz- dokuz yaşlarındayım. Babam köprünün yanında altı dönümlük bir mera satın aldı. Mera dediğime bakmayın, sadece iki dönüm kadarı açıklıkolan göl kenarında kare şeklinde bir ılgın ormanı. Meranın alt tarafı, yani göle kadar olan kısmı da sazlık ve kamışlık.
Sürüm beş - altı inek, on kadar koyun, iki-üç keçiden ibaret. Meranın bir kenarı, üçte biri çorak olan bir pamuk tarlası. Sahibi Selçuklu bir Boşnak. En büyük korkumuz da bu tarlaya hayvanların girip zarar vermesi. Ne kadar dikkat etsek de maalesef bazen hayvanlar tarlaya giriyor. Yarısı çorak olan tarlada zaten öbek öbek birkaç yerde pamuk çıkıyor. Biz ineği ya da koyunu tarladan çıkarana kadar birkaç pamuğu yarı belinden mideye indiriveriyor. Köyün kır bekçisi olan Hüseyin Bekçi birkaç kere bu yüzden ceza yazdı ve babam bu cezayı ödemek zorunda kaldı.
İnekleri kamış yemesi için göle sokup, koyunları da ılgın gölgesine yatırdıktan sonra balık tutmaya ya da yüzmeye gidiyorum. Günlerim bu şekilde geçiyor.
Kanalın karşı tarafında Kumaş Arif’in damı vardı. Arif Amca babamın av arkadaşıydı. Birlikte keklik ve tavşan avına giderlerdi. Köprünün yanında birkaç parça tarlası vardı. Balık tutar, ava gider, yarı çorak tarlalarında pamuk yetiştirir, para karşılığı sabanla zeytinliklerin arasını sürerdi. Traktörlerin çalışamadığı eğik yamaçlar sadece atlarla sürülebilirdi ve köyde bu işi yapabilecek tek kişi oydu.
O yaşlarda çok şeyi Kumaş Arif’ten öğrenirdik. Balık tutmanın inceliklerini, olta bağlamayı, oltaya yem takmayı, kurbağa avlamayı…
Bir de beni ne zaman yakalasa tuttuğu gibi kıyafetlerimle beraber suya fırlatması vardı ki ne kadar dikkat etsem de elinden kurtulamazdım. Sabah, gün ortası, akşam üzeri hiç fark etmezdi. Zaten ufacık bir çocuktum. Tuttuğu gibi kanala fırlatıverirdi. Ağlayarak, söylenerek, sırılsıklam çıkardım sudan.
Bugün bile ne zaman bir araya gelsek beni suya atışlarını anlatır keyifli keyifli. Ben niçin yaptığını sorarım. “Serinlersin be avladım” der.
Kumaş Arif’in damı bir oda bir ahır ve birkaç çardaktan oluşan küçük bir çiftlikti. Genelde susadığımda su içmeye gidiyorum. İçeride toprak bir testisi yanında da plastik bir maşrabası olurdu.
İki de köpeği vardı. Ayşe ve yavrusu Arslan. İki iri çoban köpeği. Hiç köpekler tarafından ısırılmadan çocukluğumu tamamlamama işte bu Aslan engel oldu. Beni tanırlar ve saldırmazlardı. Ama ben yine de dikkatli olurdum. Ani bir hareket yaparsam saldırabileceklerinden korkardım.
O gün suyumu içip tam kapıdan çıkacağım sırada Aslan ile burun buruna geldik. Köpek bir anda üzerime atıldı. Ayağımla kendimi korumaya ve köpeği kendimden uzaklaştırmaya çalıştım. Sonra da fırsat bulur bulmaz koşarak, ardıma bile bakmadan kaçtım. Yeterince uzaklaşınca durup sağımı solumu kontrol ettim. Ayağım kanıyordu. Isırılmıştım, hem de ayağımız altından.
İşte bu Arif Amcanın kargıya takılı bir oltası vardı. Saz damın üzerinde dururdu. İstersem onu kullanabileceğimi söylemişti. Ben her gün hayvanları emniyete aldıktan sonra kanalın karşısına geçer, oltayı alır, orta boy bir kurbağa öldürür, onu oltaya takar ve yılanbalığı avlamak için oltayı kanalda uygun bir yere atardım.
O gün yine aynısını yaptım. Sonra da oradan uzaklaştım. Ilgın ve hasır sazlarından yaptığım dört ayaklı basit çardağıma gittim. Çıkınımı açıp annemin yemem için koyduğu azığımı yedim. Yemeği erken yemek önemliydi çünkü birçok kere başıma geldiği üzere koyunlar benden önce çıkını açıp her şeyi mideye indirebilirdi.
Yarım saat kadar sonra oltayı kontrol etmek için geri döndüm. Olta ortada yoktu. Tekrar tekrar etrafa bakındım ama nafile. Koskoca kargı -ki en az üç metreydi- ortada yoktu. Ya ben görmeden birisi almıştı yada büyük bir balık oltamı sürükleyip götürmüştü. İlk ihtimalin olması çık zayıftı çünkü oltayı alan birisi olsa kesin görürdüm. O zaman ikinci ihtimal gerçekleşmiş yani balık oltamı sürüklemiş olmalıydı. Suya daha dikkatli baktım. Evet yanılmamıştım. Benim olta kanalın üzerini kaplayan yosunların altına girmiş ve yosunları kendi boyunca kabartmıştı.
O an müthiş bir heyecana kapıldım. Böyle bir şeyi daha önce ne duymuş ne de görmüştüm. Oltanın ucunda ya bir yayın balığı ya da çok büyük bir su kaplumbağası olmalıydı. Biraz suya girerek kargının ucunu yakaladım. Yavaş yavaş çekmeye başladım. Misina çok gergingi ama yavaş yavaş geliyordu. Kanalın bulunduğum tarafı çok sazlıydı. Oltayı oradan çekmek zor olacaktı. Kargıyı kanalın karşısına fırlattım. O taraftan çekmeyi deneyecektim. Kanalın yosunu olmayan ve yüzmek için kullandığımız kısmından yüzerek karşıya geçtim. Oltanın olduğu yere koşarak geldim. Yavaş yavaş çekmeye başladım. Misinanın kopmaması için çok dikkatli bir şekil de çektim, çektim, çektim…
Ve balığı gördüm. Kocaman bir yayın balığıydı. En naz beş kilo kadardı. Kıyıda açık mavi- gri benekli karnı, siyaha yakın sırtı, geniş ve büyük ağzı, etten iki bıyığı ve dört sakalıyla ortaya çıkınca oltayı bırakıp köprüye doğru koşmaya başladım.
Köprünün yanında pamuk sulayan köylülerin traktörleri ve su motorları gece gündüz su çekerdi. Orada her zaman birkaç kişi olur, çalışan motorları beklerlerdi. Muhtar Amcanın kardeşi Bekir Amcayı gördüm. Heyecanla ve soluk soluğa:
-“Bekir Amca, ilerde kocaman bir balık yakaladım. Sudan çıkaramadım. Yardım eder misin?” dedim.
Aslında yalan söylüyordum. Yardım isteme sebebim balığı çıkaramamam değil balıktan korkmamdı.
Bekir Amcayla oltanın yanına geldik. Yavaş yavaş oltayı çekti. Benim balıkçılık hayatımdaki başyapıtım ortaya çıktı. Bekir Amca da heyecanlanmıştı:
-“Ulen çocuk sen nasıl tuttun bu balığı böyle?” deyip duruyordu.
Balığı kenara alınca Bekir amcaya teşekkür edip gönderdim. Saat 11.00 sularıydı. Akşam eve gitme saatim ise 17.30. Eve varışım 18.00’i geçecekti. Acaba balık o saate kadar bozulabilir miydi? Mümkün olduğunca hayatta kalmasını sağlamalıydım. Balığı hemen Arif Amcanın damına taşıdım. Serin bir köşeye bıraktım. Sonra kanaldan bolca yosun getirdim. Balığı yosunların arasına yatırdım. Üzerine ara ara gidip su döktüm.
Balık saat 14.00’te ağzını açıp kapamayı bıraktı, ölmüştü. Balık yeterince dayanmıştı. Bozulmadan eve götürebilirdim.
Saat beşi geçince hayvanları önüme, balığı kucağıma aldım ve köyün yolunu tuttum. Köye dönüş saati olduğu için traktörle yanımdan geçen ve balığı gören herkes ban laf atıyordu:
-“Nerde buldun len o balığı?”
-“Yarıkbaşı’ın ağından mı çaldın len onu?”
-“Kendin mi tuttun len?”
-…
Kim ne derse dersin, kim hangi yorumu yaparsa yapsın ben gururla ilerliyordum. Kollarımı dirsekten kıvırmış, balığı kucağıma yatırmış gülümseyerek yürüyordum.
Babam köyün girişinde karşımdan geldi. Balığı elimden aldı. Traktörle yanımdan geçip giden köylülerden biri babama:
-“Senin oğlan koca bir yayın tutmuş, getiremeyip gelir…” demiş olmalı.
Babam nasıl tuttuğumu sordu. Her şeyi keyifli keyifli anlattım. Eve gelince babam balığı üzüm çardağına astı. Orada derisini yüzüp içini temizledi. O akşam evde yayın balığı ziyafeti vardı. Kalan kısmı da diğer günlerde yedik.
Daha sonraları da çok balık yakaladım ama o balığın yeri hepsinden ayrıydı.