Garip, bir mart günü dünyaya geldi. İlkbaharın başlarıydı. Havalar henüz ısınmamıştı. Gökyüzü hâlâ gri-kara bulutlarla kaplıydı. Ara sıra serpiştiren yağmur, martın soğuğunu daha bir çekilmez kılıyor ve köyün toprak sokaklarını çamur içinde bırakıyordu.
Bahar hayvanların doğum ayıdır. Koyun ağılındaki koyunların doğum zamanları da iyice yaklaşmıştı. Babam, artık doğum vaktin geldiğini düşünerek koyunlardan ikisini ağıldan çıkarıp samanlığa almıştı.
Doğum zamanı gelen koyunlar samanlığa alınır, kuru bir ortamda doğumlarını yapmaları sağlanırdı. Kış aylarında koyun ağılının zemini daima çamur gibi hayvan gübresiyle kaplı olurdu. Sadece duvar diplerinde birazcık kuru yerler kalırdı. Böyle bir ortamda gerçekleşen doğum, hem doğan yavru, hem de anne koyun için büyük bir eziyete dönüşürdü. Yavruların, diğer hayvanların ayaklarının altında kalarak, ezilip öldüğü bile olurdu.
O gün - yani Garip’in doğduğu gün - de iki sınıflı köy okulumuzda dersler bitmiş, neşe içinde evlere dağılmıştık. Ağıldaki koyunların ve ahırdaki ineklerin akşam samanlarını döküp üzerine kepek döktükten sonra o gün biriken gübreleri de el arabasıyla atıp, her gün yaptığım gibi yine dağa salep toplamaya gidecektim. Cumartesi gününe kadar yarım kilo salep kökü toplayabilirsem pazar harçlığım da çıktı demekti.
Daha sonraki yıllarda adının “Vahşi Orkide” olduğunu ve çok özel bitkiler olduğunu öğreneceğim saleplerin, o günlerde bizi sadece köklerinin iriliği ilgilendiriyordu. Bir çok çeşitleri olan bu orkidelerin her çeşidinin bir adı da vardı. En iri köklü olanların adı “Tavşan Topuğu” idi. En çok bulunanı ise “Kedi Kulağı”. Fakat kökleri küçük olduğundan dolayı biz pek ilgi göstermezdik. Fakat çiçekleri en ilginç olanları da bu Kedi Kulaklarıydı. Bir çiçeğe konmuş böceğe benzeyen çiçeğine parmağınızı bastırıp birkaç saniye beklediniz mi, parmak ucunuzda iki nokta halinde çiçeğin polenlerini görürdünüz. Sonra kırmızı çiçekli “Leylek K.ç.”, parmak şeklinde kökleri olan “Keçi Memesi”, Çok geç çiçek açan ve iri kökleri olan “Yer Salebi” diğer orkide çeşitleriydi.
Eve kadar koşarak geldim. Hemen samanlığın kapısını açtım. Koyunlardan birisi doğurmuştu. İki tane kuzucuk titrek bacaklarıyla ayakta durmaya çalışıyor, anneleri ise ıslak yünlerini kurutmak için yavrularını yalayıp duruyordu.
Bütün anne hayvanlar böyle yaparlardı. Yavruların doğdukları zaman ıslak ve yapış yapış olan vücutları annelerinin şefkatli yalamalarıyla kurutulurdu. Adeta tarakla özenle taranmış gibi dalgalı bir şekil alırdı. Hatta o yıllarda saçlarını özenle taramış arkadaşlarımıza “Saçlarını koyunlar mı yaladı” diyerek takılırdık.
Kuzuların yanına çömeldim. Kuzularını her türlü tehlikeye karşı korumak için tetikte bekleyen anne koyun benim yavrularını sevmeme ses çıkarmadı.
Bu sırada babam kapıdan içeri girdi. Babam doğum yapan bu koyunun en az üç kuzu doğmasını bekliyordu. Görünen o ki, bu sefer doğru tahmin edememişti. Ben bu fırsatı kaçırmamak için:
- Hani üç kuzu doğacaktı? Bu sefer bilemedin, dedim.
Babam bir kahkaha attı:
- Kim demiş bilemedim diye? Üç kuzu doğurdu ama birisi ölü doğdu. Şimdi damın üzerinde.
Eğer bir kuzu ölü doğarsa, damın üzerine atılırdı. Böylece köpeklerin ölü kuzuyu yiyerek kuzu etine alışmalarının önüne geçilmiş olurdu. Eğer bir köpek ölü kuzu eti yemeye alışırsa canlı olanları da yemeye başlayabilirdi. Böyle bir durumda da artık o köpeği vurmaktan başka çare kalmazdı.
Dışarı çıktım. Evet, damın üzerinde küçük, zayıf bir kuzu yatıyordu. Öylesine fırlatılıverdiği nasıl da belliydi. Kafası, bacakları hepsi bir taraftaydı. Başı kırmızı kiremitlerin üzerinde aşağıya doğru sarkmıştı. Onu böyle görünce yüreğim cız etti. Zavallı kuzucuk daha hayat yolculuğuna başlayamadan, yolun en başında bir kenara atılıvermişti.
***
O gün salep toplamaya gitmedim. Doğan kuzulara sevinmiştim ama ölü doğan kuzu tüm neşemi alıp götürmüştü.
Artık akşam olmak üzereydi. Sobada yakmak üzere odun kırmam gerekiyordu. Benim için bir hayli ağır olan baltayla kalın bir ağaç gövdesini kesmeye çalışırken 4 yaşındaki kardeşimin çığlığı ile irkildim.
- Kuzu ölmemiş, kıpırdıyor. Kuzu ölmemiş, kıpırdıyor, diye bağırıp duruyordu.
Ağabeyim hemen samanlığın damına tırmandı. Kuzucuk çatıda melemeyle inleme arası bir ses çıkararak çırpınıp duruyordu. Adeta bir mucize yaşanıyordu. Öldü sanılan kuzucuk tekrar hayata tutunmuştu.
Zavallıyı hemen çatıdan indirip, kuru bezlere sardık. Sobanın yanına yatırdık.
Biraz ısındıktan sonra annesinden süt emmesi için samanlığa götürdük. Ama ne yaptıysak olmadı. Ne anne sütünü vermek istiyordu, ne de kuzucuk emmeyi becerebiliyordu. Son çare olarak anne koyunun sütünü sağıp, biberonla içirmeyi denedik. Güç bela birkaç damla sütü boğazından geçirmeyi başarabildik. İlk gün böyle geçti.
Ertesi gün de annesini emmesi için uğraştık ama annesi kabul etmedi. Tekme atıyor, zıplıyor, tos vuruyordu. Sanki bu onun kuzusu değildi.
Aslında bu, sık rastlanan bir durumdu. Bazen hayvanlar bu şekilde davranırlardı. Kendi yavrusunu tanımaz olurlardı. Böyle durumlarda, o yavrunun biberonla bizim tarafımızdan beslenmesinden başka çare kalmazdı.
İşte bu durumda bize gün doğardı. Besleme bir kuzumuzun olması, biz çocuklar için harika bir şeydi. Çünkü kuzuları beslemek o kadar eğlenceli olurdu ki, bazen bu konuda ağabeyimle kavga ettiğimiz bile olurdu.
İçine ılık süt konmuş, ağzına bir emzik geçirilmiş süt şişesiyle daha yanına yaklaşmadan, kuzu üzerinize atılırdı. O kadar heyecanlı olurlardı ki, beş on saniye emziği bulup ağzına bile bulamazlardı. O zaman biz çenesinden tutar emziği ağzına almasına yardım ederdik. Bu sırada kuyruğunu çılgınlar gibi sallar ve birkaç saniyede bir şişeye burnuyla tos vurarak adeta annesinden daha çok süt gelmesini sağlardı. Aslında ortada anne falan yoktu tabii. Kim bilir, belki de bizi anneleri zannederlerdi.
Besleme bir kuzumuzun olmasını çok istememize rağmen, bekli de ilk defa bu kuzucuğun besleme bir kuzuya dönüşmemesini ve annesi tarafından kabul edilmesini gönülden istedik. Fakat olmadı. Annesi onu asla kabul etmedi.
Adını Garip koyduk. Sanırım ona daha çok yakışacak başka bir isim de bulamazdık.
***
Günler geçiyor, Garip yavaş yavaş kendini toparlıyordu. Annem, yumurta sarısına parmağını batırıyor sonrada yumurtalı parmağı kuzuya emdiriyordu. Yavaş yavaş süt içmeye de başlamıştı.
Yaklaşık bir hafta sonra yürümeyi başardı. Kuzuların doğumdan sonraki ilk bir saat içinde yürüyebildiklerini göz önüne alırsak, bu bir haftanın aslında ne kadar uzun bir zaman olduğunu sanırım tahmin edersiniz.
Garip artık kucaklardan inmiyordu. Geceleri bile sobanın başında uyuyordu. Biberondan bol bol süt içiyor, keyifli keyifli meliyordu. Bu sırada nisan ayı da gelmiş, havalar iyice ısınmıştı. Babam bazen:
- “Bu kuzu, koyun falan olmaz. Kış gelince de ölür. Biz en iyisi bunu keselim.” derdi.
Biz ise hep bir ağızdan:
- “Kesinlikle olmaz. Biz ona bakarız. Hem sana ne zararı var!” der onu bu düşüncesinden vazgeçirmeye çalışırdık.
Şimdi düşünüyorum da, bizim bu tepkimizi görmek galiba babamın hoşuna gidiyordu da onun için bize böyle söylüyordu.
Köylerde küçük ve büyükbaş hayvanlar asla başıboş bırakılmazlar. Çünkü, başkalarının bahçelere zarar verebilirler, başkalarının hayvanlarıyla kavgaya tutuşabilirler, kaybolabilirler ... Fakat Garip’in durumu farklıydı. O hiç bir zaman bir iple bağlanmadı. Bir yere kapatılmadı. Hatta sebze bahçenin içine özellikle bırakıldı, karnını keyfince doyursun diye.
Geceleri evin köpeği gibi kapının önüne kıvrılıp yattı. Yediğimiz kavunun karpuzun kabuklarını ilk önce o yedi. Öğün aralarında acıktığımızda kuru kuru yediğimiz köy ekmeğinin yarısı onundu. Sebze bahçesinin en dokunulmamış köşelerinde yetişen tazecik otlar onundu.
Günler bu şekilde geçip gidiyordu. Bir gün garibin yattığı yerden hiç kalkmadığını, devamlı yattığını fark ettik. “Acaba hasta mı?” derken gerçek anlaşıldı:
Garip’in ayakları yanmıştı. Olay şöyle gerçekleşmişti:
O yıllarda henüz çamaşır makineleri o kadar yaygın değildi. Köy kadınları çamaşır yıkayacakları zaman bahçede bir ateş yakıp, büyük bir bakır kazanla su ısıtırlar, çamaşırı o suyla elde yıkarlardı.
Meğer bir gün önce annem yine çamaşır yıkamış. İşi bitince zavallı kuzucuk artık sönmüş olan ama hâlâ içinde korlar bulunan küllerin içine doğru yürümüş. Daha henüz tam olarak sertleşmemiş, kıkırdak halinde olan ayak tırnakları yanmış. Ayak tabanları yanan kuzucuk meğer bu yüzden ayağa kalkamıyormuş.
Durum anlaşılınca bütün aile seferber oldu. Hemen merhemler sürüldü, sargılar sarıldı. Garip, krallar gibi bakıma alındı. Yiyeceği içeceği ayağına getirildi. Suyu kucağımızda içirildi. Biberonuna konan süt miktarı bile arttırıldı.
Bir hafta on gün geçmeden Garip’in yaraları iyileşti ve tekrar ayağa kalktı. O günlerde babam yine onu kesmekten bahsetmeye başladı. Biz ise yine aynı gerekçelerle onu kararından vazgeçirmeye çalıştık.
Aradan bir ay geçmemişti ki Garip yine yerden kalkmaz oldu. Bu sefer de Garip’in arka ayağı kırılmıştı. Nasıl olduğunu kimse anlayamadı. Belki birisi taş atmış, belki de ineklerden birisi basmıştı. Kırık çok yukarıdaydı. Bağlamanın, seyik yapmanın çaresi yoktu. Garip’i yine yattığı yerde besliyor, ayağını kıpırdatmamasını sağlamaya çalışıyorduk. Artık iyileşeceğinden yana bizim de pek umudumuz yoktu. Babam yine onu keserek acılarına son vermekten bahsetmeye başlamıştı ki garip ayağa kalktı. Bu bizim için adeta bir mucizeydi. Sevincimizden deliye dönmüştük.
***
Sonbahar yaklaşmıştı. Baharda doğan kuzular ve tabii Garip’in kardeşleri de büyüyüp serpilmişler, neredeyse annelerinin boyuna gelmişlerdi. Garip, onlara nazaran küçücük kalmıştı. Sanki doğdu doğalı hiç büyümemişti. Artık yağmurlar başlayacak havalar soğuyacaktı. Garip için hayat iyice zorlaşacaktı.
Bir sabah Garip bizi yine üzdü.
Bahçede, başı havada dolaşıp durduğunu fark ettik. Bu sefer rahatsızlık gözlerindeydi. Gözlerinin siyah olan kısmına bir duman inmişti sanki. Filmlerdeki uzaylılar gibi gri gri bakıyordu. Daha doğrusu, bakamıyordu, kör olmuştu. Ama niye? Bunun cevabını da kimse bilmiyordu.
Bu sırada okullar açıldı. Günün yarı zamanı okula gidiyor, geri kalan zamanda da artık hasat zamanı gelmiş olan pamuk tarlalarına pamuk toplamaya gidiyorduk. Garip’e ayıracak çok zamanımız olmuyordu. Onu, genellikle evimizin avlusunda bulunan ve içine tavukların girmemesi için etrafları çitlerle çevrili olan sebze bahçesine bırakıyorduk. Başı yukarıda etrafı koklayarak bulduğu otlarla karnını doyurmaya çalışıyordu. Biz onunla sadece akşamları geç vakit eve geldiğimizde ilgilenebiliyor, sevip okşuyor, karnını doyuruyor, sonra da üşümeden geceyi geçirmesi için samanlığa bırakıyorduk.
Kış yavaş yavaş yaklaşıyordu. Garip için hayat her geçen gün daha da zorlaşacaktı. Geceleri üşüyecek, karnını doyurmakta daha da zorlanacaktı. Üstelik bu sefer rahatsızlığının geçme ihtimali de yoktu.
Onu diğer koyunların arasına da koyamıyorduk. Çünkü ona bir yabancı gibi davranıyorlar, tos vurup yanlarından uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.
Zaten Garip’in de onları aradığı yoktu. Belki de kendisinin bir koyun olduğunu bile bilmiyordu. Hayvanlar arasında tek dostu evimizin köpeğiydi. İkisi güneş gören kuytu bir yer bulur ve sırt sırta verip uyurlardı.
Her geçen gün Garip’e olan sevgimiz bir acıma duygusuna dönüşmeye başlamıştı. Şimdi düşünüyorum da, o günlerde babam bir kere daha Garip’i kesmekten bahsetse sanırım kimse itiraz etmeyecekti.
***
Genellikle samanlıklara pek hayvan koyulmazdı. Çünkü buralarda yem çuvalları bulunurdu. Hayvanlar eğer bu yem çuvallarına ulaşır ve bol miktarda yerlerse, ölürlerdi.
Halk dilinde bu duruma “tenelemek” denirdi ve bu sık sık karşılaşılan bir durumdu. Özellikle buğday tarlaları biçilip, hasat kaldırıldıktan sonra, geride çok başak kalmışsa, bir çok hayvan, daha çok da koyun ve keçiler bu yüzden “teneleyip” ölürlerdi.
Doğum yapan koyun ve sığırlar bir hafta kadar samanlığa alınır, kendilerini toplayınca da kendi ahırlarına götürülürlerdi. Bu dönemde de ya çuvallar çok iyi örtülür ya da hayvan bir iple çuvallardan uzağa bağlanırdı.
Bir sabah annem, hayvanlara yem vermek için samanlığa girdiğinde Garip’i yerde hareketsiz halde yatarken bulmuş. Yem çuvalının ağzı da açıkmış. Hemen bize seslendi. Bütün aile samanlığa doluştuk. Garip “tenelemişti.”
O an hepimiz ne hissettik biliyor musunuz? Yürek yakan bir acı karşısında çaresizlikten dolayı üzüntü ve mutluluğu aynı anda yaşamak. İşte hissettiğimiz buydu. Başa gelene, yüreğiniz isyan ederken, başka çarenizin olmadığının bilinciyle kalbinizden “boş ver, iyi oldu” düşüncesinin geçmesi ve bundan utanç duymanız. İşte hissettiğimiz buydu. Evet Garip ölmüştü ama bir anlamda da çektiği sıkıntılardan kurtulmuştu.
Babam Garip’i tekrar samanlığın kiremitlerinin üzerine fırlattı. Zaten bir kuzudan farksız olan cılız vücudu aylarca samanlığın damında durdu. Bakışlarımız sık sık damda yatan bu cansız bedene takılırdı. Bize, doğduğu zaman yaptığı gibi tekrar kıpırdamaya başlayacakmış, tekrar canlanacakmış gibi geldi hep.
Tabi ki o asla bir daha kıpırdamadı.
(Ali TUTKUN)
masal oku masallar çocuk masalları en yeni masallar masal kitabı Garip Hayvan Sevgisi Ali TUTKUN