MİSAFİR
(İki Perdelik Komedi)
KİŞİLER
NACİYE HANIM (45 yaşlarında)
HÜSNÜ BEY (50 yaşlarında)
MİSAFİR (50 yaşlarında. Pişkin, umursamaz, bir adam.)
NACİYE HANIM (Öfkeli) — Yooo!.. Yeter artık... Artık yeter... Nedir bu canım!.. Misafirse misafir.. Misafirliğin de bir haddi hududu vardır. Bu kadar da düşüncesizlik olur mu?
HÜSNÜ BEY — Vallahi yerden göğe kadar haklısın, haklısın ama, ben ne yapayım?
NACİYE HANIM — Ne yapayım var mı?.. Söyle, anlat... İma et hiç olmazsa. Üç gün diye gelip bir ay kalan misafir nerede görülmüş?..
HÜSNÜ BEY — Doğru... Ben de ne yapacağımı şaşırdım vallahi...
NACİYE HANIM — Ne zaman gideceğine dair bir şeyler söylemedi mi sana?
HÜSNÜ BEY — Yooo... Buraya geldi geleli, gitmek kelimesini unutmuş görünüyor.
NACİYE HANIM — Oh. Efendim, oh... Her şeyi hazır önüne geliyor; ekmek elden su gölden. Buradan rahat yeri nerede bulacak... Ben de olsam postu serer otururum.
HÜSNÜ BEY — (Kıs kıs güler.)
NACİYE HANIM — Aman Hüsnü. Allah aşkına öyle gülüp durma. Büsbütün sinirleniyorum.
HÜSNÜ BEY — Halimize gülüyorum... Elimizden başka bir şey gelmez ki...
NACİYE HANIM — Hayır, en çok neye öfkeleniyorum biliyor musun? Misafir, iyi hoş, başımızla beraber, ama hısımımız, akrabamız değil, pek samimî yakın ahbabımız değil, senin canciğer dostun arkadaşın değil...
HÜSNÜ BEY — Yok canım sen de... Biliyorsun işte, bizim Hüseyin'lerde gördüm, üç beş defa konuştum. Yani daha doğrusu, arkadaşın arkadaşı...
NACİYE HANIM (Öfkeli) — Hım... Dış kapının mandalı. Ama yine kabahat sende. Ne vardı davet edecek?
HÜSNÜ BEY — Vallahi davet etmedim karıcığım... Söyledim ya sana... Sokakta rastladım, elinde valizi dolaşıp duruyordu... Beni görünce hemen yanıma geldi. dersimiz.com
NACİYE HANIM — Elbette...
HÜSNÜ BEY — "Ah azizim, buraya üç gün için geldim. Bir işim var takip edilecek. Aksi gibi otellerin hiç birinde boş yer bulamadım" dedi.
NACİYE HANIM — Lâf... Boş yer bulamamış... Koca şehirde dünya kadar otel var ayol. Kim inanır bu yalana. Anlaşılan onun aradığı başka şeymiş.
HÜSNÜ BEY — Ne gibi?
NACİYE HANIM — Ne gibi olacak... Evinde yan gelip aylarca oturacak bir...
HÜSNÜ BEY — Evet, bir?
NACİYE HANIM — Anlayıver işte... Buna budalalık demezler de ne derler?
HÜSNÜ BEY — Yooo! Naciye, afedersin sen onu... Sen olsun ne yapardın yani? Az da olsa konuşup tanıştığım bir adam... Çıkmış karşıma, '"sokakta kaldım, yer bulamadım, ne yapacağımı şaşırdım" diyor. Eh, üç gün, ne olacak. Elbet bir gün bizim de ona bir işimiz düşer, diye düşündüm. Buyurun bize gidelim, dedim. Eh, insaniyet de onu icap ettirir. Ne bileyim ben adamın üç gün diye gelip bir ay oturacağını...
NACİYE HANIM — Ne bir ay... Dur bakalım. Hiç gitmekten bahsetmediğine göre...
HÜSNÜ BEY (Sıkıntıyla içini çeker) — Vallahi bilmem ki ne yapmalı! Bu ay masraf da epey yükseldi.
NACİYE HANIM — Elbette canım. Yemek yetiştireceğim diye mutfaktan çıkamaz oldum. Hem ne de olsa yabancı adam... Aileden bir kimse değil ki bugün de ne bulursak onu yeriz diyelim de masrafı biraz kısalım. Tatlısıyla, tuzlusuyla tencere tencere yemek yapıyorum; sabaha bir şey kalmıyor, bir de boğazlı ki mübarek...
HÜSNÜ BEY — Belki işlerini bitirmiştir. Bugün yarın gider inşallah...
NACİYE HANIM — Ne işi canım... Sen hâlâ onun iş takip ettiğine inanıyor musun?
HÜSNÜ BEY — Ne oturuyor burada öyleyse?
NACİYE HANIM — Aman ne safsın Hüsnü... Bizim eve geldi geleli bir geçim düşüncesi var mı? Karnı acıkınca, buyurun sofraya diyoruz. Uykusu gelince gidip pufla gibi yatakta yatıyor... Eh, bundan iyisi can sağlığı...
HÜSNÜ BEY — Doğrusunu istersen, biz de kendi aramızda böyle atıp tutuyoruz ama, yüzünü görünce hiç sesimiz çıkmıyor... Besbelli adam da "bunlar çok misafirperver insanlar, gidersem üzülecekler, iyisi mi oturayım da gönülleri hoş olsun" diyor...
NACİYE HANIM — Aman hiç güleceğim yoktu... Sen şimdi latifeyi bırak da bir şey düşünelim... Olmaz böyle. Canıma tak dedi artık... Evimizin tadı tuzu kalmadı a canım...
HÜSNÜ BEY — İyi ama bu kadar misafirlik yeter, artık git denilir mi adamın yüzüne karşı... Doğrusu ben yapamam...
NACİYE HANIM — Aklıma bir şey geldi. Yanında kavga etsek?
HÜSNÜ BEY — Durup dururken mi? Olur mu öyle şey canım. Hem, bizi barıştırmaya kalkar, aramızı bulmaya çalışır... Sonra ister misin "ben gidersem sizi kim barıştırır, kavga ettiğiniz zaman" diye büsbütün postu sersin bizim eve.
NACİYE HANIM — Aman Hüsnü... Sen de hep işin alayındasın... Bu böyle olmaz diyorum sana, bütçemiz altüst oldu. Yorgunluktan halim harap... Aaa! Zorum ne canım... Hısmımız değil, akrabamız değil... En çok zıddıma giden de bu ya zaten...
HÜSNÜ BEY — Dur bak, bir çare var...
NACİYE HANIM — Sahi mi?
HÜSNÜ BEY — Ne yapalım, biliyor musun?.. Bugün yapacağın yemeklerin kimisine çok tuz, kimisine çok biber koy. Tatlı yapacak mısın?
NACİYE HANIM — Bilmem...
HÜSNÜ BEY — Yap, yap ama şekerini çook az koy... Hiç yok gibi...
NACİYE HANIM — Ne olacak yani, anlamadım.
HÜSNÜ BEY — Yemekler mümkün olduğu kadar biçimsiz olsun.
NACİYE HANIM — Beğenmez de kalkar gider mi zannediyorsun?
HÜSNÜ BEY — Yok canım öyle değil... Sofraya oturup yemeğe başlayınca, ben yaptıklarını beğenmem, sana çıkışırım.
NACİYE HANIM — Eeee sonra?
HÜSNÜ BEY — Sen aksini iddia edersin, münakaşaya başlarız.
NACİYE HANIM — Evet.
HÜSNÜ BEY — Sonra ona sorarsın. Yemekler hakikaten tatsız, tuzsuz mu diye. Tabii o da bana hak verir.
NACİYE HANIM — Neden?
HÜSNÜ BEY — Canım nedeni var mı?.. Yemekleri çok tuzlu çok tatsız yapmayacak mısın? Tabii o da beğenmeyecek, doğrusunu söyleyecek... Sen de o zaman güya o öfkeyle...
NACİYE HANIM — Evet.
HÜSNÜ BEY — Yaa! Öyle mi efendim, madem yaptığım şeyleri beğenmiyorsunuz, şu halde hemen kalkıp gidebilirsiniz, evimde bir dakika daha durmanıza tahammül edemem, dersin olur biter...
NACİYE HANIM — Acaba kalkıp gider mi dersin?
HÜSNÜ BEY — Artık bu kadar lâftan sonra oturmak için yüz ister.
NACİYE HANIM — İyi. Bu işe benim de aklım yattı. Ne olursa olsun artık... Ben mutfağa gidiyorum. Hadi bakalım, sen de akşamki kavgaya hazır ol Hüsnü... (Gülerler.)
II. PERDE
(Ortada yemek sofrası kurulmuştur. Hüsnü Bey, Naciye Hanım, Misafir sofra başındalar...)
MİSAFİR — Bugün gene epeyce yoruldum. İş takibi kolay olmuyor efendim. İnsan yoruldukça iştahı da artıyor.
HÜSNÜ BEY — Ya... Öyle...
NACİYE HANIM — Buyurun... Sofra hazır.
MİSAFİR — Evvelâ bir bardak su içeyim... (İçer.) Oooh Buz gibi de soğumuş...
HÜSNÜ BEY (Alaycı) — Yemekten evvel su iştahınızı kapamasın.
MİSAFİR (Pişkin) — Yooo... Bilakis efendim, bilakis... Bir nazariyeye göre, yemeklerden evvel içilen su mideyi tembih eder, iştahı iki misline çıkarırmış.
HÜSNÜ BEY — Oh, oh... Allah arttırsın...
MİSAFİR — Amin. Eh, başlayalım artık değil mi? Teşekkür ederim Naciye hanım, teşekkür ederim... Bir kaşık daha... Oldu, oldu. Oldu canım, tabakta yer kalmadı...
NACİYE HANIM — Hüsnü... Yeter mi?
HÜSNÜ BEY — Yeter yeter... Teşekkür ederim... (Bir an yalnız kaşık çatal sesi duyulur.) Öööfff... Bu ne biçim yemek Naciye? Yenecek gibi değil...
NACİYE HANIM — Neden?
HÜSNÜ BEY — Zehir gibi olmuş canım... Bu kadar da biber doldurulur mu?.. Bana ötekinden ver...
NACİYE HANIM — A, a, a... Sana da bir şey oldu... Al bakalım.
HÜSNÜ BEY (Bir lokma alır, öğürür gibi olur) — Öööğ. Bu ne, bu?
NACİYE HANIM — Zeytinyağlı bakla, ne olacak...
HÜSNÜ BEY — Yoo! Hanım, bir de benimle alay eder gibi böyle gamsız gamsız konuşma... Allah, midem döndü...
NACİYE HANIM — Hadi efendim hadi... Galiba senin canın kavga istiyor...
HÜSNÜ BEY — Ne kavgası... Hanım, ben dünyanın masrafını yapıyorum; ağız tadıyle yemek yemek için, anladın mı?.. Nedir bu böyle? Yazık günah değil mi? Bu iki tencere yemek de dökülecek, işte...
NACİYE HANIM — Ne yapalım efendim, dökülürse dökülsün...
HÜSNÜ BEY — Rica ederim, beni büsbütün öfkelendirme... Ben böyle israfa dayanamam... Sabahtan akşamlara kadar çalışıp alın teri döküyorum da öyle kazanıyorum... Sokaktan toplamıyorum parayı... Gözünü aç hanım...
NACİYE HANIM — Sen alın teri döküyorsun, ben de sabahtan akşama kadar yemek yetiştireceğim diye mutfakta ter döküyorum, anladın mı?
HÜSNÜ BEY — Elbette, kadınların vazifesi evinin işini görmektir.
NACİYE HANIM — Yok canım...
HÜSNÜ BEY — Öyle ya. Yalnız olsak neyse... Peynir ekmek yer karnımızı doyururuz. Misafirimiz de var. Nezaketten ses çıkartmıyorlar ama...
NACİYE HANIM — Hüsnü, ben böyle münasebetsizliklere dayanamam... Anladın mı? Her şeyin doğrusunu söylemeli. Sen pireyi deve yaparsın, âdetindir. (Misafire) Siz söyleyin rica ederim; yemeklerim fena mı? Şu önünüzdeki köfte çok mu biberli, çok mu kötü?
MİSAFİR — Yoo... Hayır... Bilakis...
HÜSNÜ BEY — Yani, beni yalancı mı çıkarıyorsunuz?
MİSAFİR — Ben mi? Hayır, şey.. Yani demek istedim ki ben biberli yemekleri çok severim... Hem efendim, ne zararı var... Madem Hüsnü Bey yemekleri biraz fena buldular...
NACİYE HANIM — Demek Hüsnü’ye hak veriyorsunuz... Bununla "evet yemekleriniz çok berbat" demek istiyorsunuz... Teessüf ederim... Ben...
MİSAFİR — Aman efendim yanlış anlaşılmasın... Ben sadece, benim için üzülmemenizi söylemek istemiştim... Aramızda teklif tekellüf mü var... Oturup hep beraber peynir ekmek yeriz, biraz reçel, birkaç yumurta, tereyağ filan, oldu mu bitti... Hem ben bugün varsam yarın yoğum... Zaten şurda kalsam kalsam bir ay daha ancak kalabilirim, o kadar...
NACİYE HANIM, HÜSNÜ BEY (Beraber) — Nasıl? Bir ay mı?
MİSAFİR — Yaa! Maalesef... Ama üzülmeyin, hatırınız için belki misafirliğimi biraz daha uzatabilirim... Hiç sizlerin üzülmesine gönlüm razı olur mu?!.. (Perde kapanır.)
Leman ŞENBAY
Misafir Skeci kısa skeç skeç örnekleri kısa oyunlar tiyatro metinleri kısa tiyatro oyunları Leman ŞENBAY