Her şey Kur’an içindi yılmadı ve öğretti
Müthiş bir dönemdir yaşanan devir. Allah demenin bile neredeyse yasak edildiği, insanların dinlerini gizliden gizliye öğrenip yaşadıkları, Kur’an’ın adeta bütün bir nesle unutturularak yüreklerden izlerinin silinmeye çalışıldığı bir devir.
Ümitler tükenmekte, İlahi kelam giderek sahipsiz kalmaktadır. Ancak çok sürmeyecektir. “O’nu biz indirdik, yine biz koruyacağız” hükmü gereğince Asıl Sahibi (cc) kitabını kendisini koruyacak, onun hayat bahş eden nefesini köy köy dolaşarak müminlerin sinelerine üfleyecek mübarek talebelerini de bu işle yine O görevlendirecektir.
Bu kutsal görevle vazifelendirilen ve görevini son ana kadar en mükemmel şekilde yerine getiren zat son devrin büyük din âlimi Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi’dir.
Babası zamanın müderrislerinden Hâfız Osman Efendi’dir. Soyu Fâtih Sultan Mehmed Han’ın “Tuna Hanı” olarak tâyin ettiği ve kendi kız kardeşi ile evlendirdiği İdris Bey’e dayanmaktadır. İlim ehli ve fazîlet sâhibi bir âileden dünyâya gelen Süleyman Hilmi Tunahan, ilk öğrenimini Silistre Rüştiyesi’nde ve Silistre Satırlı Medresesi’nde yaptı. Bilâhare tahsîlini tamamlamak için İstanbul’a gelerek Sahn-ı Semân (Fâtih) Medresesine kaydoldu. Zamanın usûlüne göre aklî ve naklî ilimleri tahsîl ettikten sonra 1916 senesinde Ahmed Hamdi Efendi’den birincilikle diploma aldı. Bir taraftan dersiâm, diğer taraftan da kadılık rütbelerine ulaşarak devrinin zâhirî ilimlerini tamamladı. Mezûniyetini müteâkip İstanbul’da dersiâm olarak vazîfeye başlayan hocaefendi, cumhuriyetten sonra medreselerin kapatılması üzerine vâizliğe tâyin edildi. Uzun müddet İstanbul’un Sultanahmet, Süleymâniye, Yeni Câmi, Şehzâdebaşı ve Piyâle Paşa gibi büyük câmilerinde vâaz ederek insanlara İslâm’ı anlattı.
Tasavvuf yolunda Selâhüddîn ibni Mevlânâ Sirâcüddîn Efendi’nin sohbetlerine devâm ederek yetişti.
Ebu’l-Fârûk Süleyman Hilmi Tunahan (ks) Hazretleri, yakın tarihimizde, zamanının İslâmî ilimlerini tahsil ederek, ilimde en ileri noktaya varmış; müderris, dersiâm, hukukçu, hadîs ve tefsîrde mütehassis bir İslâm âlimi, tasavvufta Nakşibendî silsilesinin 32. halkası Buhâralı Selâhüddîn ibn-i Mevlânâ Sirâcüddîn Hazretleri’nin en büyük halîfesi, vekîli, bu silsilenin 33. ve son halkasıdır.
1924 yılında kabul edilen Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile medreseler ve diğer dînî eğitim müesseselerinin kapatılmasına karar verilmişti. Süleyman Efendi bunun üzerine büyük bir azim ve gayretle aynı eğitimi devam ettirmek için çareler aramaya başlamıştı. Bir araya getirdiği arkadaşlarına konunun ehemmiyetini anlattığında, arkadaşları korktukları için ona yardım etmez. Ama o yılmaz ve ilk talebeleri olarak da iki kızını seçer.
“Evladım kaç paraya çalışırsın?”
“Bir liraya”
“Gel ben sana üç lira vereyim. Sen Allah’ın dinini, kitabını öğren”
İlk olarak 1930-36 yılları arasında, Çatalca’nın Kabakça köyünde kiraladığı çiftlikte, o gün bulabildiği birkaç talebeye dînî dersler vermeye başladı. Bir taraftan talebeleri işçi gibi göstererek okuturken, diğer yandan İstanbul’a amele pazarlarına geliyor, kabiliyetli, yetenekli gördüğü gençlere; “Evladım kaç paraya çalışırsın?” “Bir liraya” “Gel ben sana üç lira vereyim. Sen Allah’ın dinini, kitabını öğren. Bu ilimler ortadan kalkmasın.” diyerek talebe topluyor, bulduğu işçileri, maaş veya yevmiyelerini vererek okutuyordu. Böylece mücâdelede malıyla, canıyla en güzel bir hizmet örneği veriyordu.
Hizmet ve gayreti göz kamaştırıyordu
Süleyman Efendi Hazretleri’nin Kur’an hizmetlerini ve o hizmetlerin millî ve mânevî alanda doldurduğu boşluğu anlamak için, o devirdeki şartları, ihtiyaçları mutlaka bilmek gerekiyor. Bütün bunlar bilinmeden Süleyman Efendi’nin bir neslin imanının kurtulması için ortaya koyduğu gayretteki tesir ve hizmetler tam anlamıyla idrak edilemez.
Öyle zamanlar oldu ki, talebeyle bir yerde toplanıp okutmak imkânı kalmadı. Süleyman Efendi o zaman da taksilere ya da trenlere oturttuğu talebeleriyle gezerek onlara İslami ilimleri okutarak bu konuda büyük bir ceht ve gayret ortaya koydu.
Kur’an hizmetleri devam ettikçe aleyhinde çok şeyler uyduruldu, insafsız ithamlara maruz kaldı. Amansız polis takibatları, idarî ve adlî tahkikatlar birbirini kovaladı. Aleyhinde muhtelif davalar açıldı, tevkif edildi. Evinden alınarak 1. Şube’nin tabutluğunda 3 gün polis nezaretinde kaldı. 1939’da İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde muhakeme ve 1944’te İstanbul Sulh Ceza Mahkemesi’nce tevkif ve muhakeme edildi. Fakat her defasında berâat etti. Bunca takibata, muhakeme ve tevkif edilmesine rağmen hayatında bir tek günlük mahkûmiyet almadı.
Nezaket ve asaletini hiç terketmedi
Devrin sıkıntılarına, sabır ve hilmiyle mukâbelede bulundu. Evini aramaya gelen polis memûrlarına “Buyurun, hoş geldiniz, hem de bir kahvemizi içersiniz.” derdi. Hanımı Hâfiza Sultan, “Efendi! Efendi! Size bu zulmü revâ görenlere bir de kahve mi ikram edeceksiniz?” dediklerinde, “Onlar memûrdurlar, vazifelerini yapıyorlar hanım, yorulmuşlardır.” diyerek kahve ikram etme nezaket ve asaletini terk etmedi.
Ümmet-i Muhammed’i ayağınıza beklemeyin, siz onların ayağına gidin
Evlatlarım, sizin bu âlemdeki vazifeniz; bataklığa düşen insanları, düştüğü bataklıktan çıkarmaktır. Öyle ise ümmet-i Muhammed’i ayağınıza beklemeyecek, siz onların ayaklarına gideceksiniz. En ücrâ yerlere bile bu hizmeti sizler götüreceksiniz.”
Yaşına bakmadan ders vermek için uzun yol katederdi
1950’lerde, ilerlemiş yaşına ve şeker hastası olmasına rağmen, kış günlerinde bile Kısıklı’daki evinden çıkar, iki tramvay, bir vapur ve aralarda sürekli yürüyerek Şehzadebaşı Taştekneler’deki derslerine giderdi. Talebelerinin; “Efendi Hazretleri, rahatsızlığınız var, her halde bir miktar istirahat edersiniz.” dediklerinde, gülümseyerek: “Yolculukta bazen şoförün lastiği patlar, bizim de lastiğimizi patlattılar, şimdi yapıştırdık. Okutamadığımız zamanları da telâfi için daha çok okutacağız, hizmetimize hız vereceğiz.” diyordu.
Kötülemelere aldırmazdı
Süleyman Efendi Hazretleri, hiç kimsenin dedikodularına ve kötülemelerine aldırış etmeden hak bildiği yolda ilerledi. Bir gün O’na; “Efendim, falancalar sizin aleyhinizde konuşuyorlar.” dendi. “Elhamdülillah! Münafık olmaktan kurtulduk. Allah Resûlü başta olmak üzere, İslam büyüklerinin hepsinin aleyhinde konuşulmuştu. Eğer bizim aleyhimizde konuşulmazsa kendimizden şüphe ederdik.” diye cevap verdi.
Az-çok demez bulduğu herkese Kur’an’ı öğretirdi
Az-çok demez, bulabildiği talebe veya cemaate bıkmadan, usanmadan ders verirdi. Adede itibar etmezdi. Bir gün Kur’ân öğretmek için gönderdiği bir talebesi, gittiği yerde okutacak kimse bulamamaktan şikayet etti: “Efendim, sadece iki kişi vardı, onları da bırakıp geldim.” deyince çok üzüldü. Ve biraz da celallenerek “Evladım, nice peygamberler bu âlemden bir tek ümmet elde edemeden gittiler. Sen iki talebe bulmuşsun daha ne istersin!” diyerek, tekrar geldiği yere gönderdi.
Gençlere Kur’an’ı anlatabilmek en büyük gayesiydi
Din eğitiminin yasaklandığı, başıboş bırakıldığı, devletin bu konuda hiçbir sorumluluk üstlenmediği günlerde kendi ifadeleriyle, “Milletin manevi susuzluk ve gıdasızlıktan boğulmak üzere olduğu, köylerin ezansız, camilerin imamsız kaldığı bir dönemde, önce evlerde, sonra mahallelerde, sonra da nihayet böyle bir eğilimin lüzumunu anlayan devletin izni ile açılan Kur’an kurslarında, Kur’an ve İslamiyet’in ana hükümlerini gençlere öğretmek.” en büyük gayesiydi. Süleyman Efendi Allah’ın dinini öğretme işinin kendisine yüklendiğini ve bu işin mesuliyetinin ne demek olduğunu biliyordu. Çünkü kendisi ilim tahsil etmişti ve bildiği şeyleri başkalarına öğretmesi gerekiyordu.
Dışımız halk ile içimiz Hakk ile beraber olmalı
Öğretmez ise Allah indinde mesul olacağını da biliyordu. Kendisine “Kendini niçin bu kadar yıpratıyorsun?” diyenlere şu cevabı veriyordu: “Yarın hesap günü var. Allahu Teala “Süleyman! Verdiğim ilimle ne hizmet ettin, onu sana bu kara topraklara getir de göm diye mi verdim?” derse ne cevap veririm.
Süleyman Hilmi Tunahan’ın fiilen irşada başladığı tarih olarak bilinen 1936’dan beri kırk sene geçtiği halde ve bu müddet zarfında da pek çok muarızların ve düşmanlarının türlü tertip, iftira, isnat ve ihbarlarına rağmen devlete ve kanunlara karşı hiçbir hareketi tespit edilememiş, adlî makamlardan hiçbir mahkumiyet kararı çıkmamıştır.
Süleyman Efendi kendisi keramet izharından istiğna ettiği gibi talebelerine de aynı yolu tavsiye ederek “En büyük keramet ümmet-i Muhammed’e Hakk yolu telkin etmektir.” buyurmuştur.
Süleyman Efendi, Said Nursi, Abdülhakim Arvasi ve Adanalı Sami Efendi de dahil olmak üzere pek çok önemli zatlarla haberleşmiş, cemiyetten uzak yaşamak yerine cemiyetin içinde Müslümanlığı yaşatmayı tercih etmiş ve “dışımız halk ile içimiz Hakk ile” sözüne uygun yaşamıştır.
Süleyman Efendi fazlaca kitap telif etmemiştir. Kendisine “Neden kitap yazmıyorsun?” diyenlere ise şu cevabı vermiştir: “Selefin mum ışığında yazdığı paha biçilmez hazine misali eserlerin toprağa gömülerek çürüdüğünü, bakkallara satılarak çöplüklerde çiğnendiğini, bir kısmının da kütüphane raflarında tozlanmış ve çürümeye terk edilmiş olduğunu gördüm. Medreseleri kapanmış, yazısı değiştirilmiş, din ilimleri yok olmaya yüz tutmuş olan bir zamanda, kitap yazmaktansa, yazılan ilmî eserleri anlayarak anlatacak ve ilmi satırdan sadra intikal ettirip yaşatacak talebe yani canlı kitap yetiştirmeyi daha lüzumlu buldum.”
İbadet hayatında özen ve ihlas vardı
Bütün İslam alimlerinin ibadetleri konusunda gösterdikleri hassasiyete Süleyman Efendi’nin hayatında da rastlıyoruz. Zira o en hasta ve rahatsız olduğu zamanlarda bile farz ibadetlerini en ince teferruatına dahi riayet ederek yerine getirmeye çalışırdı. Teheccüd, duha ve evvabin namazlarına büyük ehemmiyet verir, seher vakitlerini gözyaşlarıyla, murakabeyle ve ümmet-i Muhammed’e dua etmekle geçirirdi.
Süleyman Efendi duha namazını ders arasında eda eder, talebelerine de kılmaları hususunda tavsiyede bulunurdu. Süleyman Efendi’nin talebeleri Efendimiz’in (sas) Hz. Selman’a “Ömründe hiç olmazsa bir kere dahi olsa mutlaka kıl” diye tavsiye ettiği tesbih namazına büyük ehemmiyet verirler, özellikle pazartesi ve perşembe akşamları bu namazı umumiyetle eda ederdi. Münferiden kılmak daha efdal olmasına rağmen kandil gecelerinde gelen davetlilere de kıldırmak onları da bereketinden nasipdar etmek için tesbih namazı cemaatle kılınırdı.
Yine Süleyman Efendi ve talebeleri Ramazan’ın son on günü geldiğinde şartları uyduğu takdirde Efendimiz’in sünneti olan, “itikaf”a girer ve on gün boyunca ibadet ve evrad u ezkârla meşgul olurlardı.
Mübarek üç aylar yaklaşınca talebelerini Ramazan’da va’z u nasihat etmek üzere Trakya ve Anadolu’nun çeşitli yerlerine gönderirdi. Ramazan sonrası dönüşlerinde teker teker yaptıkları hizmetler hakkında bilgi alır ve güzel hizmet haberleri beklerdi.
Yapılan hizmetleri hiçbir zaman şahsına mal etmez ve edenden de hoşlanmazdı. Bir talebesinin kaldığı köydeki hizmetlerinden memnun olup, teşekkür için kendilerine gelip, “Efendim, sizin sayenizde cenazemiz kokmaktan kurtuldu, çocuklarımız Kur’ân-ı Kerim öğrendi.” diye iltifat ettikleri zaman mahviyet ve tevazuundan adeta küçülen mübârek zât; “Süleyman da kim oluyor ki, bu hizmetler onun sayesinde olsun!, Bu mahzâ kerâmetü’n-Nebi’dir, Peygamber’in mûcizesidir” buyurmak suretiyle kendisine hiç pay çıkarmaz ve bütün muvaffakıyyetin Allah ve Resûlü’ne ait olduğunu ifade ederdi.
Bu dünyanın en bahtiyar insanlarısınız
“Sizi tebrik ederim çocuklar. Akranlarınız nefis ve heva peşinde başıboş dolaşırken, sizler Hazret-i Mevlâ’nın zatının nuru ile alakadar ve sıfatının eseri olan ilm-i Kur’an ile meşgul oluyorsunuz. Burada öğrendiklerinizle ümmet-i Muhammed’in evladını bataklıktan kurtarmağa hazırlanıyorsunuz. Bu ne yüce bir vazifedir... Yemin ederim çocuklar, sizler bu dünyanın en bahtiyar insanları ve hatemi’s-saade bahçesinin fidanlarısınız. Hepiniz ümmet-i Muhammed’e yadigâr olsun.”
Karacaahmet mezarlığına defnedildi
Süleyman Efendi Hazretleri’nin (kaddesallahü sırrahû) bir ömür boyu devam eden çileli ve yorucu mücâdelesinin nihayetine doğru öteden beri rahatsız oldukları şeker hastalığı ağırlaştı ve kanlarında yükselen şeker, bütün gayretlere rağmen düşürülemedi. Ve 16 Eylül 1959 Çarşamba günü, İstanbul Kısıklı’daki hâne-i seâdetlerinde Rahmet-i Rahmân’a kavuştu.
O büyük zâtın dirisine tahammül edemeyenler, ölüsüne de tahammül edememiş, cenazesinin daha önce resmi müsâade alındığı halde, Fâtih Câmii avlusuna defnine mâni olmuşlardı. “Karacaahmet Mezarlığı’nda kazılacak bir kabre defnedeceksiniz” denilerek en tabii hakkı olan Fâtih Câmii hazîresine defni, kanuni dışı olarak engellenmiş ve cenazenin Üsküdar’dan Avrupa yakasına geçmesine mâni olunmuştu. Naaşı Altunizade Câmii’nin musalla taşında saatlerce bekletilmiş, Fatih’e defnedilmesi için yapılan teşebbüsler fayda vermemiş, cenaze namazı orada kılınarak, Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilmiştir.
Büyük bir gayret, çile, ilim, irfan, feyz ve bereketlerle dolu 72 yıllık dünya hayatına veda ederken, geride; yüce İslâm ve imân davasına pazarlıksız, sarsılmaz bir imân ve idealle bağlı yetişkin bir kadro bırakıyordu.
İlimsiz ibadet olmaz
“Oğlum, ilimsiz ibâdetin tadı olmaz. Tek kanatlı kuş uçmaz. İnsanların dünyaya dalıp, istikbâl sevdasına düştükleri şu günde, Mevlâ’nın ilmini okuyacağız. O, insana iki cihanda izzet ve şeref veren âlî bir iştir. İhlâs ve samimiyetle Allah ve Resûlüne yönelen kimse, gölge gibi dönen dünyayı ve her hayrı kendine tabi kılar. Âhirete çalışan, dünyayı elde eder. Dünyaya çalışan ise âhireti kazanamaz. Zira âhiret hakikat, dünya haleftir. Ağacı kökünden götürürsen, gölge de beraber gider. Âhirette ne varsa, dünyada onun misâli vardır. Eğer olmasa âhiret yalan olur. Dünyada ne varsa, âhirette onun misâli vardır. Eğer olmasa dünya yalan olur. Teyemmüm abdestin halefidir, dünya da ahiretin.”
Tefrika
“Vasiyetim olsun: Tefrikaya düşmeyiniz. Kavmiyet davası gütmeyiniz. Ehl-i Sünnet’in gayri olan yanlış yollara sapmayınız.”
Müslüman cesurdur
“Evvelâ îmânın 6 şartına bağlanmak, sâniyen cesur olmak lâzımdır. Korkaklar, Resûlullah’a tam bağlı olamazlar. Vârislerine, üstadlara da bağları gevşek olur. Müslüman cesur olmalı.”
Talebelerine veda konuşması ve vasiyyeti
Süleyman Efendi vefatına yakın bir zaman kala İstanbul Topçular’daki Kur’an kursunda en son yaptığı veda sohbetinde talebelerine şunları söylemiştir:
“... Evlatlarım! Bizim bu alemde biricik gayemiz var, o da; Ümmet-i Muhammed’in evlatlarının kalblerine füyüzat-ı Muhammediyeyi aşılamaktır. İşte vazifeniz bu: Okuyup okutmak, Ümmet-i Muhammed’in irşadına çalışmak, batağa düşmüş, çukura yuvarlanmış ümmet-i Muhammed’in evlatlarını kurtarmaktır. Evlatlarım bu hizmetlere devam ederseniz sizlere duacıyım. Bizden aldığınız ilmi, başkalarına okutmaz, öğretmez, aşılamaz iseniz biliniz ki, kıyamet gününde on parmağım yakanızda olacaktır. Gaye rıza-i İlahi’dir.”