Kanunnamelerle, hükümlerin ve nizam mahiyetinde olan kararların, aynen kaydının tutulduğu hususi defterlere verilen isimdi. Kalemlerin (idari daireler) her birinde böyle bir defter bulunurdu. İşleri yoğun olan kalemler her sene için ayrı bir defter tutarlarken, daha az yoğun olan daireler birkaç seneyi bir defterde birleştirirlerdi. Çok dikkat ve itina ile tutulan bu defterler daimi müracaat yeriydi. Eski bir muamele veya bir iş söz konusu olduğu zaman, bu defterlere bakılır ve ona göre iş halledilirdi.
Alıp verme
Her iki sözcük, almak anlamına gelir.
Eskiden gümüş para hakkında halk tarafından kullanılan bir tabirdi. Gümüş akça beyaz olduğu için bu tabir meydana çıkmıştı. Sonraları terim haline gelip bazı paralar için de kullanılmıştı. "Ak akça kara gün içindir" atasözü de buradan gelmektedir. İranlılar da, bizim kullandığımız bu atasözünün aynı manasında "zerr-i sefid ez berayi ruz-u siyahest" derler.
Açıklamalarıyla 468 Osmanlı Türkçesi Terimi
Osmanlılarda saltana sancağına verilen isimdi. Buna, elviye-i sultanî veya alemha-i Osmanî de denirdi. İ. H. Uzunçarşılı bu ak alem işin şunları söylemektedir: "Ananeye ve bazı tarihlerle, Feridun Bey Münşeatı'na göre, Selçuk Hükümdarı bu ak sancak'ı Gazi Osman'a beylik alameti olarak göndermişti. Bu açıklama bir kaynağa dayanmadığından, bunun Selçuk Hükümdarı tarafından gönderilmiş olması şüphelidir. Yalnız ak sancak'ın Osmanlılarda saltanat sancağı olduğu muhakkaktır."
Eskiden kâğıt yerine kullanılan ve üzerine yazı yazılan derilere verilen isimdi. Koyun ve keçi derileri kurutulduktan sonra, ponza taşı ile düzleştirilip pürüzleri alınarak imal edilen bir deriydi. Papirüsten daha dayanıklı olduğu için daha elverişliydi. Uzun süre kalması istenilen kitaplar bu deriler üzerine yazılırdı. Ak deri, minyatür yapımında ve kitap ciltlemede de kullanılmaktaydı.
Sarayın haremindeki zenci olmayan hadım harem ağası.(Darüssaade ağası)
Osmanlı sarayında kullanılan hademelerden bir kısmının unvanıydı. Osmanlı sarayının harem hizmetinde, siyahî haremağaları kullanıldığı gibi, akağalar da kullanılmıştır. Akağalık unvanı ve makamı halifelik kaldırılana kadar kullanılmıştır. Akağalar genellikle, Boşnak ve Anadolulu olurlardı. Akağalarla, siyahî haremağalarının arasındaki tek fark, akağaların doğuştan erkeklikten mahrum olması, haremağalarının ise hususi bir yöntemle hadım edilmesiydi. Bundan dolayı haremağalarına aynı zamanda "tavaşi" de denirdi.
Sarayda akağaların istihdamına ilk önce II. Murad zamanında başlanmıştır. Bu ilk zamanlarda adetleri 40 kadar olup, mertebe usulleri de bu zamanda oluşmuştur. Bunların arasından terfi edenler, kilerci başı, hazinedar başı, kapı ağası gibi mevkilere geliyordu. Akağaların en büyüğü kapı ağası idi. Saray kapıları kapı ağası tarafından muhafaza edilir, saraya giren çıkanlara o ve maiyetindekiler bakarlardı. Kapı ağası bu görevinin dışında aynı zamanda bütün akağaların zabitiydi.
Kapı ağasından aşağı rütbeler şöyle giderdi: Has odabaşı, hazinedar başı, kilerci başı, saray ağası, saray kethüdası. Bunlar büyük rütbelerdi. Bunların daha altında ve bunların hizmetlileri olan görevliler de vardı: Köşe başı, başeski, üzengi ağası. Bu silsileye uyularak, alttakiler yukarı doğru yükselirdi.
Gayrimenkullerden kirâ yoluyla sağlanan gelir.
Gelir sağlayan gayrimenkuller.
Gerek aynî (yani eşya, arazi vb. mallar) gerek nakdî yollarla elde edilen paranın ve tasarrufunun, hayır işlerine sarf edilmek üzere bir vakfa bağışlanması için kullanılan genel tabirdi.
Vakıf gayrimenkuller; evler, dükkânlar ile bunların getirdiği gelir.
Sarraflık yapanların, muhtelif devletlerin paralarını veya bir devletin iki çeşit parasını bir diğeriyle değiştirmesi neticesinde ortaya çıkan farka verilen isimdi.
Sarrafların, idari kalemlerin kisedarların ve resmi dairelerdeki veznedarların para saymak için kullandıkları tahtanın adıydı. Tahtanın ucu hariç, kenarlı düzdü. Uca doğru daralan oluk haline gelmekteydi. Sayılan paralar bu oluğa atılırdı. Bazı akça tahtalarında sayılmayan paralar için de bir kısım bulunmaktaydı.
Osmanlı Devletinin para birimi olup gümüşten yapılırdı.
Keşif, tahrip veya yağma maksadıyla ecnebi memleketlerine yapılan askeri harekât hakkında kullanılırdı. Düşman memleketine yapılan bir akının "akın" ismini alabilmesi için, onun mutlaka akıncı beyinin idaresi altında olması lazımdı. Eğer akıncı beyi bizzat akına gitmez ve gönderdiği kuvvet yüz kişiden fazla olursa, bu yapılan akına "haramilik" denirdi. Giden kuvvet yüz kişiden az ise "çete" ismi verilirdi.
Akın, haramilik, çete ve buna benzer şekillerde elde edilen ganimet malı ile esirlerden "pençik resmi" adıyla bir vergi alınırdı. Bu vergi, ya beş esirde bir esir ya da onun bedelinin 1/5 i olan 25 akça idi. Vergi veya esiri hükümet adına almak için akıncı beylerinin yanında ilk zamanlarda "akıncı kadısı", sonraları ise "pençikbaşı" denilen tahsil memurları bulunurdu. Esir edilen çocukların 10 ile 17 yaş arasındakiler tercih edilerek alınırdı. Bu esirler arasından saraya girenlere ilk başta "pençikli" denirdi.
Pençikbaşı, hükümet hesabına alınan esirlerin bir defterini yaparak akıncı beyi ile birlikte mühürleyip bunları hükümet merkezine gönderirdi. Esirlerin, Hıristiyan isimleri, babaları, eşkalleri ve Müslüman adları deftere yazılırdı.
Osmanlıların, H. 11. asır, M. 17. asır sonuna kadar, hiçbir hükümetle hududu tam manasıyla tayin edilmemiş ve sınırlandırılmamış olduğundan, serhadlerde bulunan "eyalet askeri" ve "serhad kulu" denilen süvariler, sulh zamanlarında bile fırsat buldukça civar memleketlerin arazisine tecavüz ederek, rastladıkları köyleri, şehirleri yağma ederlerdi. Keşif eyleminde de bulunurlardı. Yalnız, Osmanlı akınlarının açık özelliklerinden birisi de, akından sonra akına uğrayan yerlerin mutlaka istilası ve fethedilmesi sonuçlanmasıydı.
Osmanlılar, düşman arazisine yaptıkları bu bilinçli akın hareketleriyle, o bölgenin durumunu iyice öğrenip tespit ettikten sonra, son akınlarla buraya yerleşme siyasetini iyi bir şekilde yürütmüşlerdi.
O zamanlar, Avrupa hükümetlerinin serhad reisleri de Osmanlı arazisine akınlar yaparlardı. Sulh zamanı meydana gelen bu gibi tecavüzler antlaşmalara aykırı sayılmazdı.
Sözleşme, bir sözleşmede taraf olan kişi.
Sözlük manası çadır mehteri, yük kaldıran Arap hizmetkâr demek olan bu kelime terim olarak surre alayında vazife gören Hicazlı, Şamlı, Halepli adamlara verilen unvandı. Bunlar, Şaban'ın 15 inde ufacık davullarla Tahtakale'den kalkıp İstanbul'un her mahallesini dolaşan fakir Araplardan oluşan hac yolcularıydı. Dolaştıkları yerlerde davul çalarak dua ederler ve bazı evlerin önünde kılıç kalkan oyunu oynayıp sadaka toplarlardı. Şaban'ın 15 inde çıkarılması adet olan surre alayı önünde de bunlar dümbelek çalarak kılıç oynatarak giderlerdi. Halk dilinde bunlara "hakkâm" denirdi. Kese demek olan surre, hac zamanında Mekke ile Medine'ye gönderilen hediyeyi ifade etmekteydi. Haremeyn-i Şerif'e surre gönderilmesi Abbasiler zamanında başlamış, Osmanlıların son zamanlarına kadar devam etmiştir. Osmanlı'da ilk surre gönderen Çelebi Sultan Mehmed, bunu bir nizam haline koyan ise Yavuz Sultan Selim'dir.
Vapurun icadından önce, surre alayıyla Üsküdar'a geçilir, oradan kara yoluyla Şam'a sevkedilirdi. Karadan gönderildiği zamanlarda surre alayları Receb'in 12 inci günü hazırlanırdı. Şam'da ise Mahmel-i Şamî alayı denilen bir alayla, Şam'dan hazırlanan eşya ve hediye İstanbul'dan gelenlerle birleştirilerek surre emini, mahmel muhafızı, bir tabur asker ve iki dağ topu muhafazasıyla yola çıkarılırdı. Bu iki alay karadan Medine'ye oradan da Mekke'ye götürülürdü. Birçok yerden gelip Şam'da toplanan hacı adayları bu kafileye katılarak Hicaz'a giderdi.
Hacca gidecek olanların yakınları genelde onları bugünkü İstanbul'un Anadolu yakasına kadar uğurlardı. Ayrıldıkları yer, bugün İstanbul'da, Bağlarbaşı'ndan gelip Bağdat Caddesi'ne giden yolun, E'5 e doğru giden yol ile kesiştiği yerde, yani Acıbadem'de bulunan (ismi önemsiz) alış veriş merkezinin çaprazındadır. Buraya o zamanlarda "Ayrılık Çeşmesi" denmekteydi. Eğer İstanbul'da yaşayanlar varsa belki hiç farketmemiş olabilirler, fakat dikkatlice bakıldığında o çeşmeden geriye kalanlar hala görülebiliyor. Burada ayrılan hacı adayları, o yol itibarıyla Şam'a doğru gittikleri için, İstanbullular o yola bu yüzden Bağdat Caddesi demişler ve diyorlar.
Yazmalarda, kâğıdın kenarı ve orta kısmı, hem ahengi hem de düzeni sağlamak için ayrı ayrı renklerle boyanırdı. İşte, kâğıdın hem kenarlarının hem ortasının ayrı ayrı boyanması işleminden geçerek yazılmış kitaplara "Akkâse" denirdi.
Geminin omurgasından küpeştesine kadar olan yanlarının hattından yukarı bulunan kısmın iç yüzüne verilen isimdi. Dış yüzüne "borda" denilirdi.
Diğer Osmanlı Türkçesi Terimleri
Terimler Sözlüğü Ana Sayfa
Açıklamalı Osmanlı Türkçesi Terimleri Sözlüğü